24 Ağustos 2016 Çarşamba

İslam Kesiminin Terk Ettiği Okçular Tepesi


İçeride ve dışarıda adeta bir ölüm kalım mücadelesi verdiğimiz şu günlerde herkesin ve her kesimin başımıza gelen bunca bela ve musibete dair ciddi bir nefis muhasebesi yapması gerekmektedir. Yaşanan bunca sıkıntının sebebini sadece düşmanların hain planlarına havale etmek kolaycılık olacaktır. Kur’an’a göre amel eden mü’minler olarak “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûra, 30) ilahi yasası açısından da İslami kesim olarak kendimizi ciddi bir değerlendirmeye tabi tutmamız gerekmektedir.
Uhud savaşı sırasında Efendimiz’in (s.a.v);“Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz.” diye işaret ettiği okçular tepesi günümüzde nereye denk düşmektedir. Bugün İslami camia olarak hangi tepeleri terk ettiğimiz için bu durumdayız sorusu İslami kesimin üzerinde kafa yorması gereken ciddi bir meselesidir.
İlk önce Emr-i bi’l maruf, Nehy-i ani’l münker tepesini terk ettik. AB uyum yasalarına, Siyonist ve emperyalistlerle anlaşmalara ve stratejik ortaklıklara sesiz kaldığımız gibi milletimize karşı bu hain kalkışmayı gerçekleştiren, yıllardır gözümüzün önünde dinimizi değiştirme ve ifsad etme çalışmaları yapan bu yapıya karşı da, siyasi kabullerimize, dünyevi menfaatlerimize ve kazanımlarımıza dokunana kadar sessiz kaldık. Cemaatler, ilim adamları ve hoca efendilerin büyük bir bölümü Allah’ın emri gereği yapması gereken mücadeleye ancak siyasi iradenin harekete geçmesinden sonra başlayabildi.
Tebliğ, davet ve irşad tepesini terk ettik. Sohbetlerimizin, derslerimizin büyük bir bölümünü ayetli, hadisli siyasi mesajlara, çalışma ve toplantılarımızın hedeflerini bürokraside kadrolaşmaya ayırdık. Müslüman kitlelerin öfke ve teyakkuzunu Kur’an ve sünnetin öncelikli düşman olarak işaret ettiği Siyonizm ve emperyalizme yönlendirmemiz gerekirken şahsi reytinglerimiz uğrunda çoğunluğu suni bir takım îtikâdî ve mezhebî tartışmalarla birbirimize yönlendirdik ve öncelikler fıkhını kaybettik. Emperyalizme ve Siyonizm’e karşı teyakkuz halimizi yitirdiğimiz ve hiç beklemediğimiz bir anda da bu büyük darbeyi yedik. İdeallerimizin ve hedeflerimizin muhafaza edildiği tepeyi terk ettik. Tâlut ordusunun imtihan edildiği ve sadece bir avuç içmemiz gereken dünyalık nehre daldıkça daldık. Muhafazakâr demokrasinin nimetlerinin, imkânlarının, kazanımlarının peşinde İslami hedef ve ideallerimizi unuttuk. Nehirden içtikçe içtik. En son ne hakkı söyleyecek ne de mücadele edecek tâkâtimiz ve mecalimiz kalmadı.
Faizle mücadele tepesini terk ettik. Bu konuda o kadar ileri gittik ki bazı İslami cemaatlerin verdiği fetvalarla evlerimiz, arabalarımız, ticaret hanelerimiz faiz batakhanesine dönüştü. Faize karşı Kur’an ve Sünnetin öngördüğü ciddi ve etkin bir mücadele yöntemi ortaya koyamadık.
İslam Birliği tepesini terk ettik. Avrupa birliği mi Avrasya birliği mi NATO’mu Şangay beşlisi mi tartışmaları yapılırken güya hedefi sadece ve yalnızca İslam olan hoca efendilerin, İslami cemaat ve tarikatların İslam Birliği alternatifini ağız ucuyla bile söylemediğini gördük.
Sonuçta başımıza gelen bunca bela ve musibetten soran İslami kesim olarak üzerimizdeki en büyük görev, kaybettiğimiz bu tepeleri tekrar kazanmak ve içinde bulunduğumuz bu büyük krizden kurtuluş için Kur’an ve Sünnet merkezli çözüm önerilerini, İslam merkezli çıkış projelerini güçlü ve etkin bir şekilde gündeme getirmektir.

ABD Başkan Yardımcısı Biden bizden orayı istemeye geliyor Maalesef şundan eminim...

ABD Başkan Yardımcısı Biden bizden orayı istemeye geliyor
Maalesef şundan eminim...




Erdoğan Başbakandı. Ekim 2010'da, “On yıllar boyunca, bir yandan 'Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkedir' tekerlemesi söylenirken, onun hemen yanında bir tekerleme daha vardı, o da 'Türkiye dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülkedir' tekerlemesi. Denizlerin gereği on yıllar boyunca yerine getirilmedi, ama sanal düşmanlar için bu ülkenin kaynakları, enerjisi, umudu heba edildi, gitti. İçerde ve dışarda üretilen sanal düşmanlarla uğraşmaktan, Türkiye, denizlerine, madenlerine, akarsularına, en önemlisi de insanına, insan potansiyeline, gençlerine, çocuklarına, eğitime, yani geleceğe vakit ayıramadı, kaynak ayıramadı. Hükümet olarak bu anlayışı tersine çevirmek, statükoyu kırmak ve ezberleri bozmak için 8 yıldır kararlı bir mücadele veriyoruz” dedi.



5 yıl sonra şu noktaya geldi:

“Eğer güçlü olmazsak, güçlü bir duruş sergileyemezsek, bizi bu coğrafyada bir gün bile barındırmazlar. Bu ifadem, 'üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülke' ezberinin bir tekrarı değil. Bilakis, millet olarak, tarihin ve coğrafyanın üzerimize yüklediği bu sorumluluktan, bu kaderden kaçma imkânımızın olmadığını ifade ediyorum.”

“Tekerleme... Ezber” diye küçümsense de gerçek buydu. Şimdi de en kanlı haliyle bu. Evet denizden, karadan, içeriden, dışarıdan dört taraftan düşmanlarla çevrildik. Her gün PKK, FETÖ, IŞİD ve elbette patronlarının devleti yıkıp, ülkeyi ele geçirme planlarının yeni versiyonlarını yaşıyoruz.

Suriye'de “İsrail koridorunun” tamamlanması... Ege'de Yunanistan'la 12 mil pazarlığına girilmesi... Anayasasında “Batı Ermenistan” diyen ve Ağrı Dağı'nı sembol yapan Ermenistan'la ilişkilerimizi normalleştirmeye zorlanmamız...

İşte Türk Milleti'ne bunları kabul ettirmek için tüm güçleriyle canilik yapıyorlar. Bir de Ankara'nın İsrail'in resmi başkenti Telaviv değil, hedefteki başkenti saydığı “Kudüs”le Mavi Marmara anlaşmasını imzalayıp, onaylaması gibi acı bir gerçeğin görülmemesi, konuşulmaması için...

Ama özenle gözlerden ırak tutulan bir konu daha var; Kıbrıs.

Sıcağı sıcağına, “Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ı sorgulayan komutan” olarak bilinen Hasan Atilla Uğur'un çarpıcı bir açıklamasını paylaşayım. Uğur, 15 Temmuz darbe girişiminden hemen önce 10 bin İngiliz askerinin Kıbrıs'a geldiğini belirtip, “Amaç darbe girişiminde Türkiye'yi işgâl etmek. İşgâl ederken de ‘kan gövdeyi götürüyor, yardıma geldik' diyeceklerdi” iddiasında bulundu.

DARBEDEN ÖNCE NE İMZALANDI?

ABD-AB-İsrail hatta Rusya'nın Akdeniz'deki hedefleri malum. Musul-Kerkük'ten Akdeniz'e ulaşacak “koridorun” önündeki tek engel Kıbrıs ve Kıbrıs'ta Türk askerinin olması.

AKP iktidarı döneminde kabul edilen Annan Planı ile elimizi-kolumuzu kaptırdık, o günden beri de “işgâlci” diye nitelendirdikleri askerimizi çekmemizi istiyorlar. Kademe kademe azalttık... KKTC'ye döndüler mi bilmiyorum, ama geçen yıl PKK'yla mücadele için Güneydoğu'ya gönderdiklerimiz oldu... Dışişlerimiz KKTC'de, “Askerleri Mersin'e konuşlandırsak” yoklamaları yaptı vs.

Nihayetinde, KKTC ile Rum kesimi arasında devam eden görüşmelerde, garantörlük sisteminin ortadan kaldırılması (İngiltere ve Yunanistan buna evet dedi) ve “Kıbrıs'ın güvenliğini AB Ordusu veya BM'nin sağlaması” gündeme geldi.

Uzatmayayım, 15 Temmuz darbesi nedeniyle konuşamadığımız bir gelişme oldu.

1 Temmuz'da Erdoğan'ın gazetesi Sabah'ta, “AB ordusu geliyor” başlıklı bir haber yayınlandı. Haberde, AB Dış İlişkiler Yüksek Komiseri Mogherini’nin Avrupa Ordusu kurulmasının gerekliliğine dair yeni bir strateji belgesi hazırladığı belirtiliyordu.

Asıl önemlisi darbeden kısa bir süre önce 8-9 Temmuz'da Varşova'da yapılan NATO Zirvesi'nde “AB-NATO deklerasyonu” yayınlanmasıydı. Avrupa Konseyi ve Avrupa Komisyonu Başkanları ile NATO Genel Sekreterinin imzasıyla yayınlanan bildiride, “NATO-AB arasındaki stratejik işbirliğine yeni bir hız kazandırma ve bir temel verme zamanının geldiğine inanıyoruz. AB üyeülkeleri ve NATO müttefikleri ile yaptığımız görüşmeler sonucunda birlikte çalışmaya ve herkesin yararı için bu stratejik işbirliğinin, tam bir karşılıklı açıklık içerisinde, organizasyonlarımızın karar verme mekanizma otonomisi ile uyumlu ve bütün üyelerimizin kendi spesifik güvenlik ve savunma politikalarına zarar vermeden yürütülmesine karar verilmiştir” denildi.

Bildiride şu ifadeler de yer aldı:

“Komşularımız ve ortaklarımız halen karşı karşıya oldukları sayısız tehditlerle daha iyi baş edebilsinler diye onların egemenlikleri, bölgesel bütünlükleri ve bağımsızlıkları kadar reform çabalarını da desteklemeye devam edeceğiz.”

“AB üye ülkeleri ve NATO müttefiklerinin tutarlı, tamamlayıcı ve karşılıklı çalışabilir savunma yeteneklerini ve çok taraflı projeleri geliştirmesine ihtiyaç olduğuna inanıyoruz.”

Bunda ne var derseniz; Rum kesimi NATO üyesi değil, ama AB üyesi. Yani Rumların da fiilen NATO ittifakının kapsamına alındığı ve NATO'nun Kıbrıs'ın temsilcisi sayılan Rum kesiminin “egemenliğini” desteklemeyi kararlaştırdığı ilân edilmiş oldu.

Ve Türkiye, yıllardır veto ettiği bu “işbirliğine” sessizce onay verdi.

Türkiye'nin veto ettiği NATO-AB'nin ortaklaşa kuracağı, Rum kesiminin de içinde ve karar mekanizmasında yer alacağı Avrupa Ordusu'ydu. Türkiye NATO üyesi, ama AB üyesi değil. Rum kesimi ise AB üyesi, ama NATO üyesi değil. Emperyalistlerin çözüm formülü de Türkiye'nin AB'ye alınması değil, Rumların NATO'ya alınmasıydı. Bunu yıllardır açıkça istediler, şart koştular. İşte “Türk diplomatik kaynaklar” Varşova Zirvesi'nin ardından, “Atılacak adımlarda NATO'nun karar alma sürecinin işletilecek, böylelikle Türkiye'nin belirli bir alandaki işbirliğini onaylama ya da veto hakkı muhafaza edilecek” dese de o bildiriylebunun kapısı açıldı.

15 TEMMUZ NEYİN YILDÖNÜMÜ?

Bir şey daha dikkatlerimizden kaçtı. 15 Temmuz, Kıbrıs'ta Yunan subayların yönetimindeki Ulusal Muhafız Alayı'nın Cumhurbaşkanı Makarios'u devirip, EOKA-B lideri Sampson'u Cumhurbaşkanı ilân etmesinin 42'inci yıl dönümüydü.

Türkiye'nin Barış Harekâtı da bundan sonra geldi. 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları çerçevesinde 20 Temmuz 1974'te Kıbrıs'a çıkarma yapıldı. Kıbrıs Türklerinin “soykırımdan”, devlete uzanan zorlu yolculuğunu anlatmayacağım.

Türkiye'deki 15 Temmuz darbesinden 5 gün sonra Yunan Dışişleri Bakanı Kocias ne söyledi biliyor musunuz; “Kıbrıs'taki işgâl güçlerinin yönetimi ve görevlilerinin Türkiye'deki darbe girişiminde dahli olduğuna dair açığa çıkan bilgi de onaylamak ve desteklemektedir ki, çağdışı garantörlük sisteminin tasfiyesi ve işgal güçlerinin geri çekilmesine dair uzun süredir sahip olduğumuz fikirlerimiz Kıbrıs sorununda çözüm için temel koşullardır. Bu güçlerin Kıbrıs'tan ihracının gerekliliği bir kez daha ispat edilmiştir” dedi.

Yani Kıbrıs'a girişimize vesile olan bir darbenin yıl dönümünde gerçekleşen 15 Temmuz darbesi vesilesiyle Kıbrıs'dan çıkmamız istendi.

Dışişleri Bakanlığı'mızın yazılı “kınamasına” rağmen Yunan Bakan 2 Ağustos'ta bu sözlerini tekrarladı. Bir “esef” açıklaması daha yapan Dışişlerimiz, “1974'te Ada'da gerçekleştirilmek istenen darbenin de Yunanistan cuntası tarafından desteklendiğini” hatırtatıp, “Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin müzakerelerin yoğunlaşarak sürdüğü bu dönemde garantör ülke Yunanistan’ın yapıcı ve gerçekçi bir yaklaşım benimsemesini” istedi.

DARBEDEN SONRA KIBRIS

Biliyoruz ki, Kıbrıs konusunda “kırmızı çizgisi” olan yegâne kurumumuz TSK'ydı.

Ama 15 Temmuz darbesiyle, hem KKTC'deki askeri varlığımız iyice tartışmaya açıldı (Darbecilerin listesinde 'göreve devam' diye gösterilen Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı Korgeneral İlyas Bozkurt YAŞ toplantısının ardından emekliliğini istedi. Yine listede gösterilen bazı komutanlar emekliliğe sevk edildi), hem de kanun hükmünde kararnamelerle emir-komuta zincirinin bozulup, gerek Erdoğan, gerek Başbakan Binali Yıldırım'ın “birliklere doğrudan emir verme” yetkisini almasıyla, birçok konuda olduğu gibi TSK'nın Kıbrıs'ta da söz söyleme hakkı ortadan kaldırıldı.

Darbeden sonra KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı Ankara'ya geldi. Medyaya yansıdığı kadarıyla, görüşmelerde Kıbrıs müzakerelerinden çok “FETÖ operasyonları” ele alındı. Endişem, birilerinin KKTC'de “FETÖ operasyonları” diyerek, yıllardır Ada'dan çıkartılması istenen “Türkiye kökenli yerleşiklerin” örtülü tasfiyesine niyetlenmesidir!..

KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve Rum Lider Anastasiadis'in kritik toplantıları bu ayın sonunda başlıyor. Kritik, çünkü “garantiler” konuşulacak. Eylül sonu veya Ekim'in ilk haftasında da Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin katılacağı uluslararası bir konferansta, garantiler konusu karara bağlanacak. Bunlar öncesinde Rum lider Anastasiadis'in Kıbrıs için “uluslararası jandarma gücü” istemesi, ABD'nin de “Ada'da belli bir süre için uluslararası bir güç konuşlandırılması” önerisinde bulunması Türkiye'nin etrafındaki çemberin iyice daraltılacağını göstermiyor mu?

Biliyorsunuz son aylarda sık sık Türkiye'nin NATO'dan atılması konuşuluyor. “Türkiye aynı zamanda NATO toprağıdır... Karadeniz NATO gölü olmalıdır...” diyenler için “şantaj” niteliği taşıyan bu vur-kaçın ana hedeflerinden biri, Rum kesiminin NATO üyeliğine koyduğumuz vetonun kaldırılması, ardından Avrupa Ordusu'nun faaliyete geçip, Kıbrıs'ta göreve başlamasıyla birlikte Türk askerinin Ada'dan çıkartılmasıdır.

“Başarılı” 12 Eylül darbesinden 3 ay sonra Kenan Evren ve arkadaşları, Yunanistan'ın NATO üyeliğine ilişkin vetomuzu kaldırmıştı. O günden sonra Yunanistan, ağa babalarıyla birlikte Ege ve Akdeniz'de kazandığımız ne varsa, diplomasi masasında birer birer aldı.

“Başarısız” olduğu vurgulanan 15 Temmuz darbesinin inşallah böyle bir sonucu olmaz.

Ama maalesef şundan eminim; ABD Başkan Yardımcısı Biden Fetullah Gülen'i vermeye değil, Kıbrıs'ı “istemeye” geliyor.

Kıbrıs'ı vermeyi aklının ucundan dahi geçiren varsa!.. Şu bilinsin ki; Sadece Türkiye'yi değil, kendilerini de bitirirler.

İsrail çıkmaz sokağında havalı yürüyenlere!..

İsrail çıkmaz sokağında havalı yürüyenlere!..

Alıştırılmış bir ülkeyiz çıkmaz sokaklara.. Moda deyimle “üst aklın” uzattığı eli ne zaman tuttuysak kendimizi çıkmaz sokaklarda bulduk. Yarım yüzyıldır terörle uğraşıyorsak eğer, “üst aklın” çıkmaz sokağında kendimizi kaybetmemizdendir. Bir dönem ASALA’larla geçti. Bir dönem alfabedeki birçok harfin bir araya gelmesiyle oluşan  1980 öncesinin  Marksist/sol örgütlerle tanıştırıldık. Yıllardır PKK’yı halt etmek için uğraştık durduk. Şimdi PKK’ya PYD’ler eklendi. Ülkemizi, milletimizi hedef alan terör örgütleri sürekli semirdi, büyüdü ve de küreselleşti. Şimdilerde PKK, PYD, FETÖ, DAİŞ terör örgütleriyle muhatap ediliyoruz. Yapılan askeri darbeler de cabası.
Üst aklın, yol haritasındaki sokaklar bizim çıkmaz sokaklarımız oldu hep. Faiz ekonomisi, AB normları, Darwinist ve materyalist eğitim sistemi ve daha nice çıkmazlar..  Çıkmaz sokak deyip geçmeyin, çıkmaz sokak yorar insanı!... Çıkmaz sokağa mahkumsan; yorgunluğa, argınlığa, yılgınlığa da mahkumsun demektir. İnsan da biter, millet de biter, devlet de biter çıkmaz sokaklarda! Başını kaldırıp da, gök yüzüne bakamazsın bir daha. Üstelik; her çıkmaz sokağın çıkmaz sokak olduğunu anlamak için sonuna kadar yürümek zorunda bırakılmış bir milletiz biz.

KAHROLASI ÇIKMAZ SOKAĞIMIZ İSRAİL!
Üst aklın bu ülkeye çizdiği yol haritasında İsrail’in ise bambaşka bir yeri var anlaşılan. Yolumuz hep İsrail’le kesiştiriliyor. Sadece İsrail’i ilk tanıyan İslam ülkesi değiliz: Kendimize itiraf edemesek de; neredeyse Amerika’nın önemsediği kadar İsrail’in menfaatlerini önemseyen, önceleyen ve koruyan bir ülkeyiz ta kurulduğu 1948’den beri. Hasılı; İsrail bu ülkenin en büyük, en yıpratıcı ve en kahrolası çıkmaz sokaklarından birisi.
Mavi Marmara’dan bu yana kurtuluruz inşallah dediğimiz bir zamanda yine kesiştirildi İsrail’le yolumuz. İnceden, gizliden, derinden…
“Üst akıl” ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın Türkiye ile İsrail’in yolu bir daha asla ve de kat’a kesişemez denilecek böylesi bir saldırıdan, şehitlerimizden sonra  İsrail’in dizi dibine oturttular bizi. İnceden, gizliden, derinden…

SIRF İSRAİL’LE GİZLİ GİZLİ GÖRÜŞTÜ DİYE ERBAKAN’IN DÜŞÜRDÜĞÜ BAKAN!
Malum, bugünlerin konusu yine İsrail. Meclis’te bir gece yarısı oylanan İsrail’le anlaşmanın derinliklerine, analizine gireceğiz… Ama öncesinde 36 yıl önceye gidelim, siyasi tarihimize altın harflerle kazınan unutulmaz bir  oylamayı hatırlayalım…
Bilenler bilir; ülke tarihinin her bakımdan en dikkat çekici “gensoru” olayı Hayrettin Erkmen’in Dışişleri Bakanlığı’ndan düşürülmesidir. Bilmeyenler için ana hatlarını biz çizelim bu tarihi olayın. AP azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı’dır Hayrettin Erkmen. CHP yine anamuhalefet partisidir. MSP ise Meclis’te sadece 24 milletvekiline sahiptir. Erkmen’in bakanlığı döneminde Türkiye’nin dış politikası “milli rotadan” hepten çıkmış, her sahada teslimiyetçi ve tavizkar bir seyre girmişti. Özellikle de Dışişleri Bakanı’nın İsrail’le gizli görüşmeler yapmasının ortaya çıkması bardağı taşıran son damla olmuştu. Milli Selamet Partisi (MSP), meseleyi “gensoru” önergesiyle milletin ve Meclis’in gündemine taşımakta gecikmedi. MSP’ye göre Hayrettin Erkmen’in kabahat listesi oldukça kabarıktı:
* Milli menfaatlere aykırı politikalar izliyordu.
* Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET, bugünkü Avrupa Birliği) girmeye teşebbüs etmişti.
* Tamamen “batı” yanlısı dış politika yürütüyordu.
* Yunanistan’a büyük tavizler veriyor, Batı Trakya’yı ise ihmal ediyordu.
* Afganistan konusunda aktif olmuyor, Türkiye Afganistan’ı Sovyetlerin işgaline, insafına terk ediyordu.
* Dışişleri Bakanı olarak İslam Konferansı Örgütü’nü hafife alıyordu.
Hayrettin Erkmen, bütün bu kabahatlerin yanı sıra asıl İsrail’le ilişkiler konusunda Milli Görüş’ün o dönemdeki partisi MSP’nin sert eleştirilerine üzerine çekmişti. Gensorunun ana eksenini de İsrail’le ilişkiler belirliyordu.
* İsrail Hayrettin Erkmen’in Dışişleri Bakanlığı döneminde Kudüs’ü Başkent ilan etmişti. Milli Görüş/MSP “Kudüs İslam’ındır” mitingleriyle İsrail’in bu aymazlığına karşı hem Türkiye’deki Müslümanları uyarıyor, hem de İslam dünyasını cesaretlendiriyordu. Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen ise İsrail’in Kudüs’ü Başkent ilan etmesini sadece seyrediyordu.
* Hayrettin Erkmen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)’nün İsrail’in Kudüs’ü başkent ilanı üzerine 11-12 Temmuz 1980’daki  Amman zirvesine gitmemişti.
* Bununla da kalınmıyor, Erkmen, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini geliştirmek için büyük çaba sarfediyor, hatta gizli gizli görüşmeler gerçekleştiriyordu.

İSRAİLLE NORMALLEŞMEK MAHARET DEĞİL, AYIPTIR
Meclis’te 24 Milletvekiline sahip olan Milli Selamet Partisi’nin “İsrail’le normalleşme” sinyalleri veren, İsrail’le gizli gizli görüşmeler yapan Hayrettin Erkmen hakkında gensoru önergesi verdiğinde bu gensorunun Türki siyasi hayatının en önemli olaylarından birisi olarak tarihe geçeceğini belki de kimse tahmin etmemişti. 5 Eylül 1980’de Meclis Genel Kurulu’nda oylanan gensoru 231 oyla kabul edildi. Gensoru ile düşürülen ilk Bakan olarak tarihe geçen Hayrettin Erkmen, gensoru ile düşürülen tek Dışişleri Bakanı olma ünvanını da halen koruyor. Hayrettin Erkmen’in en bilinen vasfı ise, “Erbakan’ın sırf İsrail’le gizli gizli görüştü diye gensoruyla düşürdüğü Bakan” olmasıdır.
Hayrettin Erkmen’in MSP’nin gensorusuyla Bakanlıktan düşürülmesi hadisesi, sadece bir bakanın görevinden uzaklaştırılması hadisesi değildir aslında. Ya da sadece Milli Görüş’ün Meclis başarılarından biri de değildir. İsrail’le ilişki kurmanın “bir maharet” sayıldığı Türkiye hariciyesi bakımından bir dönüm noktasıdır. Hayrettin Erkmen’in, kendi partisinden AP’li  milletvekilli arkadaşlarının bile oylamaya katılamadığı gensoru ile düşürülmesi İsrail’le ilişki kurmanın “ayıp” ve “siyasi ahlaksızlık” sayılmasının gerektiğinin tescillendiği gündür. O günden bugüne kadar Türkiye’de hangi iktidar İsrail’le ilişki kurarsa kursun bu millet nezdinde hep suç işledi. İsrail’le ilişki kurmak artık “ayıp” olarak görülmeye başlandı.

36 YIL SONRA MECLİS’TE BİR BAŞKA İSRAİL OYLAMASI
36 yıl sonra TBMM, “tarihe” geçecek bir başka oylamaya daha sahne oldu geçtiğimiz Cuma gecesi. Oylama bir “gensoru” oylaması değildi belki ama, yine bir İsrail oylamasıydı. 36 yıl önceki oylama; “İsrail’le normalleşme sürecini yürüten Bakan için verilmiş gensoru” oylamasıydı. Bu seferki ise adına “İsraille normalleşme” denen sürecin diplomatik olarak başlamasını sağlayacak bir oylamaydı.  “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail  Devleti Arasında Tazminata İlişkin Usul Anlaşmasının Onaylanması”na dair kanun tasarısı, 15 Temmuz’da FETÖ ile birlikte “Üst Aklı” da püskürten milletin meclisinden vekillerin oylarıyla geçti.
Telefonla ve üçüncü kişiler aracılığıyla (Obama) özrün diplomatik ve de gerçek özür sayılmadığı hakikatinden hareketle kendimizle yüzleşmek zorundayız: İsrail’le varılan bu anlaşma ne özrü ne tazminatı ne de Gazze ablukasının kaldırılmasını karşılamaktadır. Aksine İsrail’e Mavi Marmara saldırısından dolayı “af getirilmiş” ve yeni yeni güvenceler Türkiye tarafından ikram edilmiştir. Şöyle bir bakalım hükümetimiz nasıl bir anlaşmaya imza atmış:

İSRAİL’E ALTIN TEPSİDE İKRAMLAR…
* Türkiye ile İsrail’le akdettiği bu anlaşma TBMM’ye tamamı sunulmayan çerçeve metnin bir bölümüdür.
* Bilinen ve oylanan 6 maddelik bu anlaşma dahi İsrail’in Türkiye’ye kabul ettirdiklerinden ibaret görünmektedir.
* Gazi Meclis’imizde kanunlaşan anlaşmayla Türkiye hem Gazze üzerindeki ablukayı resmi olarak tanımış hem de İsrail Devleti ve askeri personeline yönelik tüm hukuki süreçleri sonlandırma taahhüdü vermiştir.
* Şehitlerimizin ailelerine tazminat olarak verileceği belirtilen 20 milyon doların nasıl belirlendiği bilinmeyen bir anlaşmadır.
* Türkçe, İbranice ve İngilizce olmak üzere üç dilde yazılan anlaşma metinlerinde “tazminat” ifadesi “resmen” geçmemektedir. “Tazminat” ifadesi Sadece Türkçe metnin “başlığında” yer almaktadır. Türkçe metinde de yer alan “exgratia” ifadesi ise “lütuf olarak yapılan”, “yükümlülük olmadan yapılan” ve “mecburiyet içinde olmadan yapılan” anlamlarına gelmektedir.
* İsrail, hiçbir şekilde kabul edilemez olan bu anlaşmayla “20 milyon  dolar lütfederek” Mavi Marmara saldırısını siyasi ve diplomatik açıdan bir daha açılmamak üzere kapanmasını maalesef sağlamıştır.
* Ankara bu anlaşmayla İsrail ile ilişkileri normalleştirmek emeline ulaşmıştır fakat Mavi Marmara mağdurlarının ve ailelerinin İsrail devlet ve görevlilerine karşı hukuksal mücadelelerinin kesin bir şekilde önünü de tıkamıştır.
* Öyle ki anlaşmaya göre; şehit yakınlarının herhangi bir tazminat talebinde bulunması ve mahkemelerin tazminat ödemeleri kararı vermesi halinde, İsrail devletinin gerçek veya tüzel kişileri değil, Türk hükümeti bu tazminatları ödeyecek.  Yani İsrail, kendisini ve vatandaşlarını Türkiye’deki hukuki ve cezai süreçlerden korumayı başardı.
* Bu anlaşma kamuoyuna takdim edildiğinin ve sanıldığının aksine Gazze ambargosunun kaldırılmasına yönelik hiçbir ifadenin yer almadığı bir anlaşmadır. Üstelik de, bu anlaşmayla Gazze ablukası Türkiye tarafından resmi olarak tanınmış ve meşrulaştırılmıştır. Zira bundan sonra Gazze’ye gidecek yardımlar Mavi Marmara saldırısından önce olduğu gibi İsrail’in denetiminden geçecek; Gazze’ye değil Aşdod limanı üzerinden yardımlar yapılabilecek.
* Gazze için her şey Teröristbaşı İsrail ve Netanyahu’nun iyi niyetine terk edilmiştir.
* İsrail’le 20 milyon dolarlık anlaşma Şehitlerin ailelerinin rızası gözetilmeksizin yapılmıştır. Uzun süredir konuşmamaları için “baskı” gören şehit yakınları “emrivaki” ile karşı karşıya bırakılmıştır.

SAKLANAN MUTABAKAT NOTLARI…
Dışişleri Komisyonu’nda tartışılan anlaşma metninin çerçevesini oluşturan başka bir belge olduğu yönündeki bilgilere ise ayrıca dikkatinizi çekmek isterim: “Komisyon toplantısı sırasında görüşülen anlaşmanın ana çerçevesini çizen bir mutabakat notu olduğu Dışişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından da belirtilmiştir”.  Bu ifade İsrail’le anlaşma metninin tartışıldığı TBMM Dışişleri Komisyonu raporunun muhalefet şerhine düşülmüş çok önemli bir bilgi, çok önemli bir not! Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin komisyonda bahsettiği bu mutabakat notu da neyin nesi Nerededir bu mutabakat notu İsrail’le neyin mutabakatıdır bu Ve bu mutabakat niçin saklanıyor milletten Adına “İsrail’le normalleşme” denilen kuyunun derinlerinde daha hangi hezeyanlar var
Anlaşılıyor ki, “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail devleti arasında tazminata ilişkin usul anlaşması” adıyla TBMM’ye gönderilen İsrail’le anlaşma buz dağının sadece suyun yüzeyindeki görünen kısmı. Demek ki; milletin bilmesi gerekenler var, bilmemesi gerekenler!

İLLA, KIRMIZI HALILAR SERECEĞİZ SİYONİZMİN ÖNÜNE!
Dünün AP’sinden bugünün AKP’sine gelelim… Maalesef aynı çıkmaz sokakta debelenip duruyoruz. Değişen hiçbir şey yok, geçen yıllardan başka. Gündemimiz hala İsrail.. Gündemimiz hala İsrail’le gizli görüşmeler… Gündemimizde hala İsrail’le normalleşme var. Hiç de normal değil bu durum!
36 yıl önce Adalet Partisi (AP)  iktidarı, 36 yıl sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı. . Ne garip değil mi; İsrail bildiğini okuyacak, biz Müslümanlar ise hep İsrail’le normalleşecek! İsrail saldıracak! İsrail öldürecek! Ama bizler hep İsrail’le normalleşmek için her şeyi yapacağız, her istediği tavizi vereceğiz. İlla, kırmızı halılar sereceğiz Siyonizmin önüne… İlla, altın tepsilerde sunacağız kendimizi.. Müslümanlar adına iktidara gelenler hep İsrail’le normalleşmek zorunda mı allahaşkına! Bu milleti, bu ülkeyi İsrail çıkmazına yeniden sokmanın vebalini kim yüklenebilir ki! Günümüzün Hayrettin Erkmen’leri böylesine çoğalmışken aramızda, biz nasıl kurtaracağız Gazze’yi! Nasıl özgürleştireceğiz Mescid-i Aksa’yı! Üst aklın yol haritasındaki sokaklar, bize demir parmaklık, anlayalım artık! Hayrettin Erkmenler de gardiyan…
Son söz; İsrail çıkmaz sokağında havalı yürüyenlere!.. İsrail Gazze’yi yine bombaladı. İsrail’in size teşekkürü ancak böyle olurdu. çıkmaz sokağında havalı yürüyenlere!..

Alıştırılmış bir ülkeyiz çıkmaz sokaklara.. Moda deyimle “üst aklın” uzattığı eli ne zaman tuttuysak kendimizi çıkmaz sokaklarda bulduk. Yarım yüzyıldır terörle uğraşıyorsak eğer, “üst aklın” çıkmaz sokağında kendimizi kaybetmemizdendir. Bir dönem ASALA’larla geçti. Bir dönem alfabedeki birçok harfin bir araya gelmesiyle oluşan  1980 öncesinin  Marksist/sol örgütlerle tanıştırıldık. Yıllardır PKK’yı halt etmek için uğraştık durduk. Şimdi PKK’ya PYD’ler eklendi. Ülkemizi, milletimizi hedef alan terör örgütleri sürekli semirdi, büyüdü ve de küreselleşti. Şimdilerde PKK, PYD, FETÖ, DAİŞ terör örgütleriyle muhatap ediliyoruz. Yapılan askeri darbeler de cabası.
Üst aklın, yol haritasındaki sokaklar bizim çıkmaz sokaklarımız oldu hep. Faiz ekonomisi, AB normları, Darwinist ve materyalist eğitim sistemi ve daha nice çıkmazlar..  Çıkmaz sokak deyip geçmeyin, çıkmaz sokak yorar insanı!... Çıkmaz sokağa mahkumsan; yorgunluğa, argınlığa, yılgınlığa da mahkumsun demektir. İnsan da biter, millet de biter, devlet de biter çıkmaz sokaklarda! Başını kaldırıp da, gök yüzüne bakamazsın bir daha. Üstelik; her çıkmaz sokağın çıkmaz sokak olduğunu anlamak için sonuna kadar yürümek zorunda bırakılmış bir milletiz biz.

KAHROLASI ÇIKMAZ SOKAĞIMIZ İSRAİL!
Üst aklın bu ülkeye çizdiği yol haritasında İsrail’in ise bambaşka bir yeri var anlaşılan. Yolumuz hep İsrail’le kesiştiriliyor. Sadece İsrail’i ilk tanıyan İslam ülkesi değiliz: Kendimize itiraf edemesek de; neredeyse Amerika’nın önemsediği kadar İsrail’in menfaatlerini önemseyen, önceleyen ve koruyan bir ülkeyiz ta kurulduğu 1948’den beri. Hasılı; İsrail bu ülkenin en büyük, en yıpratıcı ve en kahrolası çıkmaz sokaklarından birisi.
Mavi Marmara’dan bu yana kurtuluruz inşallah dediğimiz bir zamanda yine kesiştirildi İsrail’le yolumuz. İnceden, gizliden, derinden…
“Üst akıl” ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın Türkiye ile İsrail’in yolu bir daha asla ve de kat’a kesişemez denilecek böylesi bir saldırıdan, şehitlerimizden sonra  İsrail’in dizi dibine oturttular bizi. İnceden, gizliden, derinden…

SIRF İSRAİL’LE GİZLİ GİZLİ GÖRÜŞTÜ DİYE ERBAKAN’IN DÜŞÜRDÜĞÜ BAKAN!
Malum, bugünlerin konusu yine İsrail. Meclis’te bir gece yarısı oylanan İsrail’le anlaşmanın derinliklerine, analizine gireceğiz… Ama öncesinde 36 yıl önceye gidelim, siyasi tarihimize altın harflerle kazınan unutulmaz bir  oylamayı hatırlayalım…
Bilenler bilir; ülke tarihinin her bakımdan en dikkat çekici “gensoru” olayı Hayrettin Erkmen’in Dışişleri Bakanlığı’ndan düşürülmesidir. Bilmeyenler için ana hatlarını biz çizelim bu tarihi olayın. AP azınlık hükümetinin Dışişleri Bakanı’dır Hayrettin Erkmen. CHP yine anamuhalefet partisidir. MSP ise Meclis’te sadece 24 milletvekiline sahiptir. Erkmen’in bakanlığı döneminde Türkiye’nin dış politikası “milli rotadan” hepten çıkmış, her sahada teslimiyetçi ve tavizkar bir seyre girmişti. Özellikle de Dışişleri Bakanı’nın İsrail’le gizli görüşmeler yapmasının ortaya çıkması bardağı taşıran son damla olmuştu. Milli Selamet Partisi (MSP), meseleyi “gensoru” önergesiyle milletin ve Meclis’in gündemine taşımakta gecikmedi. MSP’ye göre Hayrettin Erkmen’in kabahat listesi oldukça kabarıktı:
* Milli menfaatlere aykırı politikalar izliyordu.
* Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET, bugünkü Avrupa Birliği) girmeye teşebbüs etmişti.
* Tamamen “batı” yanlısı dış politika yürütüyordu.
* Yunanistan’a büyük tavizler veriyor, Batı Trakya’yı ise ihmal ediyordu.
* Afganistan konusunda aktif olmuyor, Türkiye Afganistan’ı Sovyetlerin işgaline, insafına terk ediyordu.
* Dışişleri Bakanı olarak İslam Konferansı Örgütü’nü hafife alıyordu.
Hayrettin Erkmen, bütün bu kabahatlerin yanı sıra asıl İsrail’le ilişkiler konusunda Milli Görüş’ün o dönemdeki partisi MSP’nin sert eleştirilerine üzerine çekmişti. Gensorunun ana eksenini de İsrail’le ilişkiler belirliyordu.
* İsrail Hayrettin Erkmen’in Dışişleri Bakanlığı döneminde Kudüs’ü Başkent ilan etmişti. Milli Görüş/MSP “Kudüs İslam’ındır” mitingleriyle İsrail’in bu aymazlığına karşı hem Türkiye’deki Müslümanları uyarıyor, hem de İslam dünyasını cesaretlendiriyordu. Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen ise İsrail’in Kudüs’ü Başkent ilan etmesini sadece seyrediyordu.
* Hayrettin Erkmen İslam Konferansı Örgütü (İKÖ)’nün İsrail’in Kudüs’ü başkent ilanı üzerine 11-12 Temmuz 1980’daki  Amman zirvesine gitmemişti.
* Bununla da kalınmıyor, Erkmen, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini geliştirmek için büyük çaba sarfediyor, hatta gizli gizli görüşmeler gerçekleştiriyordu.

İSRAİLLE NORMALLEŞMEK MAHARET DEĞİL, AYIPTIR
Meclis’te 24 Milletvekiline sahip olan Milli Selamet Partisi’nin “İsrail’le normalleşme” sinyalleri veren, İsrail’le gizli gizli görüşmeler yapan Hayrettin Erkmen hakkında gensoru önergesi verdiğinde bu gensorunun Türki siyasi hayatının en önemli olaylarından birisi olarak tarihe geçeceğini belki de kimse tahmin etmemişti. 5 Eylül 1980’de Meclis Genel Kurulu’nda oylanan gensoru 231 oyla kabul edildi. Gensoru ile düşürülen ilk Bakan olarak tarihe geçen Hayrettin Erkmen, gensoru ile düşürülen tek Dışişleri Bakanı olma ünvanını da halen koruyor. Hayrettin Erkmen’in en bilinen vasfı ise, “Erbakan’ın sırf İsrail’le gizli gizli görüştü diye gensoruyla düşürdüğü Bakan” olmasıdır.
Hayrettin Erkmen’in MSP’nin gensorusuyla Bakanlıktan düşürülmesi hadisesi, sadece bir bakanın görevinden uzaklaştırılması hadisesi değildir aslında. Ya da sadece Milli Görüş’ün Meclis başarılarından biri de değildir. İsrail’le ilişki kurmanın “bir maharet” sayıldığı Türkiye hariciyesi bakımından bir dönüm noktasıdır. Hayrettin Erkmen’in, kendi partisinden AP’li  milletvekilli arkadaşlarının bile oylamaya katılamadığı gensoru ile düşürülmesi İsrail’le ilişki kurmanın “ayıp” ve “siyasi ahlaksızlık” sayılmasının gerektiğinin tescillendiği gündür. O günden bugüne kadar Türkiye’de hangi iktidar İsrail’le ilişki kurarsa kursun bu millet nezdinde hep suç işledi. İsrail’le ilişki kurmak artık “ayıp” olarak görülmeye başlandı.

36 YIL SONRA MECLİS’TE BİR BAŞKA İSRAİL OYLAMASI
36 yıl sonra TBMM, “tarihe” geçecek bir başka oylamaya daha sahne oldu geçtiğimiz Cuma gecesi. Oylama bir “gensoru” oylaması değildi belki ama, yine bir İsrail oylamasıydı. 36 yıl önceki oylama; “İsrail’le normalleşme sürecini yürüten Bakan için verilmiş gensoru” oylamasıydı. Bu seferki ise adına “İsraille normalleşme” denen sürecin diplomatik olarak başlamasını sağlayacak bir oylamaydı.  “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail  Devleti Arasında Tazminata İlişkin Usul Anlaşmasının Onaylanması”na dair kanun tasarısı, 15 Temmuz’da FETÖ ile birlikte “Üst Aklı” da püskürten milletin meclisinden vekillerin oylarıyla geçti.
Telefonla ve üçüncü kişiler aracılığıyla (Obama) özrün diplomatik ve de gerçek özür sayılmadığı hakikatinden hareketle kendimizle yüzleşmek zorundayız: İsrail’le varılan bu anlaşma ne özrü ne tazminatı ne de Gazze ablukasının kaldırılmasını karşılamaktadır. Aksine İsrail’e Mavi Marmara saldırısından dolayı “af getirilmiş” ve yeni yeni güvenceler Türkiye tarafından ikram edilmiştir. Şöyle bir bakalım hükümetimiz nasıl bir anlaşmaya imza atmış:

İSRAİL’E ALTIN TEPSİDE İKRAMLAR…
* Türkiye ile İsrail’le akdettiği bu anlaşma TBMM’ye tamamı sunulmayan çerçeve metnin bir bölümüdür.
* Bilinen ve oylanan 6 maddelik bu anlaşma dahi İsrail’in Türkiye’ye kabul ettirdiklerinden ibaret görünmektedir.
* Gazi Meclis’imizde kanunlaşan anlaşmayla Türkiye hem Gazze üzerindeki ablukayı resmi olarak tanımış hem de İsrail Devleti ve askeri personeline yönelik tüm hukuki süreçleri sonlandırma taahhüdü vermiştir.
* Şehitlerimizin ailelerine tazminat olarak verileceği belirtilen 20 milyon doların nasıl belirlendiği bilinmeyen bir anlaşmadır.
* Türkçe, İbranice ve İngilizce olmak üzere üç dilde yazılan anlaşma metinlerinde “tazminat” ifadesi “resmen” geçmemektedir. “Tazminat” ifadesi Sadece Türkçe metnin “başlığında” yer almaktadır. Türkçe metinde de yer alan “exgratia” ifadesi ise “lütuf olarak yapılan”, “yükümlülük olmadan yapılan” ve “mecburiyet içinde olmadan yapılan” anlamlarına gelmektedir.
* İsrail, hiçbir şekilde kabul edilemez olan bu anlaşmayla “20 milyon  dolar lütfederek” Mavi Marmara saldırısını siyasi ve diplomatik açıdan bir daha açılmamak üzere kapanmasını maalesef sağlamıştır.
* Ankara bu anlaşmayla İsrail ile ilişkileri normalleştirmek emeline ulaşmıştır fakat Mavi Marmara mağdurlarının ve ailelerinin İsrail devlet ve görevlilerine karşı hukuksal mücadelelerinin kesin bir şekilde önünü de tıkamıştır.
* Öyle ki anlaşmaya göre; şehit yakınlarının herhangi bir tazminat talebinde bulunması ve mahkemelerin tazminat ödemeleri kararı vermesi halinde, İsrail devletinin gerçek veya tüzel kişileri değil, Türk hükümeti bu tazminatları ödeyecek.  Yani İsrail, kendisini ve vatandaşlarını Türkiye’deki hukuki ve cezai süreçlerden korumayı başardı.
* Bu anlaşma kamuoyuna takdim edildiğinin ve sanıldığının aksine Gazze ambargosunun kaldırılmasına yönelik hiçbir ifadenin yer almadığı bir anlaşmadır. Üstelik de, bu anlaşmayla Gazze ablukası Türkiye tarafından resmi olarak tanınmış ve meşrulaştırılmıştır. Zira bundan sonra Gazze’ye gidecek yardımlar Mavi Marmara saldırısından önce olduğu gibi İsrail’in denetiminden geçecek; Gazze’ye değil Aşdod limanı üzerinden yardımlar yapılabilecek.
* Gazze için her şey Teröristbaşı İsrail ve Netanyahu’nun iyi niyetine terk edilmiştir.
* İsrail’le 20 milyon dolarlık anlaşma Şehitlerin ailelerinin rızası gözetilmeksizin yapılmıştır. Uzun süredir konuşmamaları için “baskı” gören şehit yakınları “emrivaki” ile karşı karşıya bırakılmıştır.

SAKLANAN MUTABAKAT NOTLARI…
Dışişleri Komisyonu’nda tartışılan anlaşma metninin çerçevesini oluşturan başka bir belge olduğu yönündeki bilgilere ise ayrıca dikkatinizi çekmek isterim: “Komisyon toplantısı sırasında görüşülen anlaşmanın ana çerçevesini çizen bir mutabakat notu olduğu Dışişleri Bakanlığı yetkilileri tarafından da belirtilmiştir”.  Bu ifade İsrail’le anlaşma metninin tartışıldığı TBMM Dışişleri Komisyonu raporunun muhalefet şerhine düşülmüş çok önemli bir bilgi, çok önemli bir not! Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin komisyonda bahsettiği bu mutabakat notu da neyin nesi Nerededir bu mutabakat notu İsrail’le neyin mutabakatıdır bu Ve bu mutabakat niçin saklanıyor milletten Adına “İsrail’le normalleşme” denilen kuyunun derinlerinde daha hangi hezeyanlar var
Anlaşılıyor ki, “Türkiye Cumhuriyeti ile İsrail devleti arasında tazminata ilişkin usul anlaşması” adıyla TBMM’ye gönderilen İsrail’le anlaşma buz dağının sadece suyun yüzeyindeki görünen kısmı. Demek ki; milletin bilmesi gerekenler var, bilmemesi gerekenler!

İLLA, KIRMIZI HALILAR SERECEĞİZ SİYONİZMİN ÖNÜNE!
Dünün AP’sinden bugünün AKP’sine gelelim… Maalesef aynı çıkmaz sokakta debelenip duruyoruz. Değişen hiçbir şey yok, geçen yıllardan başka. Gündemimiz hala İsrail.. Gündemimiz hala İsrail’le gizli görüşmeler… Gündemimizde hala İsrail’le normalleşme var. Hiç de normal değil bu durum!
36 yıl önce Adalet Partisi (AP)  iktidarı, 36 yıl sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı. . Ne garip değil mi; İsrail bildiğini okuyacak, biz Müslümanlar ise hep İsrail’le normalleşecek! İsrail saldıracak! İsrail öldürecek! Ama bizler hep İsrail’le normalleşmek için her şeyi yapacağız, her istediği tavizi vereceğiz. İlla, kırmızı halılar sereceğiz Siyonizmin önüne… İlla, altın tepsilerde sunacağız kendimizi.. Müslümanlar adına iktidara gelenler hep İsrail’le normalleşmek zorunda mı allahaşkına! Bu milleti, bu ülkeyi İsrail çıkmazına yeniden sokmanın vebalini kim yüklenebilir ki! Günümüzün Hayrettin Erkmen’leri böylesine çoğalmışken aramızda, biz nasıl kurtaracağız Gazze’yi! Nasıl özgürleştireceğiz Mescid-i Aksa’yı! Üst aklın yol haritasındaki sokaklar, bize demir parmaklık, anlayalım artık! Hayrettin Erkmenler de gardiyan…
Son söz; İsrail çıkmaz sokağında havalı yürüyenlere!.. İsrail Gazze’yi yine bombaladı. İsrail’in size teşekkürü ancak böyle olurdu.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

İsrail ile yapılan anlaşma !

Türkiye ile Siyonist Devlet İsrail arasında gerginliğin giderilmesi için iki ay önce her iki ülkenin hükümetleri arasında mutabakata varılan anlaşma günlerdir milletten gelebilecek tepkilere karşın sır gibi saklanıyor. Türkiye’nin adeta aleyhine maddelerin içerdiği görülen ve eleştirilerin odağında olan anlaşmanın maddelerinin bir bölümüne Milli Gazete ulaştı. 



Kamuoyu tepkisinden çekinildiği için günlerdir açıklanamayan “İsrail’le normalleşme” anlaşmasının maddeleri ortaya çıktı. Bir yürürlük ve beş maddeden oluşan anlaşmada en dikkat çeken husus İsrail’in ve vatandaşlarının Mavi Marmara katliamından ötürü hukuki ve cezai sorumluluktan muaf tutulması olarak görülüyor. Bu anlaşmayla İsrail, her türlü dava ve ceza talebine karşı kendini garantiye alırken, İsrail’e karşı herhangi bir para talebini de Türk Hükümetine fatura ediyor.  Anlaşmanın özeti; “Siyonist katil, ev sahibini bastırır”dan ibaret!

 MECLİS’TEN APAR TOPAR GEÇSİN DE…

Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için her iki ülkenin meclislerinden onay alması gerekiyor. Hükümet kanadı da, Mavi Marmara katliamının faili İsrail’le normalleşmeyi öngören anlaşmanın bu hafta TBMM Genel Kurulu’na gelerek oylanması için büyük gayret sarfediyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, anlaşmayı Meclis tatile girmeden bu hafta geçirmeyi planladıklarını söylemişti.

İKNA TURLARI SÜRÜYOR

İki ülke arasında varılan mutabakatın kamuoyunda büyük bir tepki ile karşılanması iktidarı da rahatsız etmişti. İktidar 15 Temmuz’dan sonra oluşan “siyasi uzlaşı” atmosferinden yararlanarak, konuyu muhalefete taşıdı. Toplum tarafından gelebilecek eleştirileri en aza indirmek için Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu önceki gün CHP ve MHP’yi ziyaret ederek, İsrail ile ilgili anlaşmanın maddelerini anlatmaya çalıştı. CHP’de Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP’de ise Grup Başkanvekili Erkan Akçay ile bir araya gelen Çavuşoğlu’nun bu girişimi  “ikna turları” olarak yorumlanmıştı.

LEHİMİZE HİÇBİR ŞEY YOK

İsrail ile varılan sözde mutabakata ilişkin Hükümet  tarafından TBMM’ye sunulması beklenen maddelerde tepki çeken ifadeler yer alıyor. Anlaşmanın maddelerinin yer aldığı fotoğraf da 4 ve 5’inci maddeler rahatlıkla okunabilirken, 3’üncü maddenin ödenecek para ile ilgili olduğu anlaşılıyor. Fotoğrafta yer alan 6’ncı maddesinin ise anlaşmanın yürürlük maddesi olduğu anlaşılıyor.

İşte o anlaşmanın 4 ve 5’inci maddeleri;

4- Türkiye ve İsrail, diğer tarafa veya diğer taraf adına hareket edenlere hukuki veya başka bir sorumluluk yüklemeyecekleri ve bu anlayışın, taraflardan herhangi birinin veya taraflar adına hareket edenlerin cezai veya hukuki sorumluluğu kabul ettiği veya üstlendiği şeklinde yorumlanmayacağı hususlarında mutabıktır. Her halükarda, bu anlaşma İsrail’in, İsrail adına hareket edenlerin ve İsrail vatandaşlarının Türkiye Cumhuriyeti veya Türk gerçek veya tüzel kişileri tarafından konvoy hadisesiyle ilgili olarak kendilerine yönelik doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’de yapılmış veya yapılacak her türlü hukuki ya da cezai talebe ilişkin her türlü sorumluluktan tamamen muaf tutulmalarını sağlayacaktır.

5- Herhangi bir Türk gerçek veya tüzel kişisi tarafından veya bu kişiler adına, İsrail Hükümeti veya gerçek veya tüzel kişilerine karşı herhangi bir para talebi öne sürülmesi veya taleplerin sürdürülmesi halinde, yukarıdaki hükümlere bakılmaksızın, İsrail Hükümeti onun adına hareket edenler ve/veya İsrail vatandaşlarının tüm kayıpları, masrafları, hasarları ve/veya harcamaları Türk Hükümeti tarafından karşılanacaktır.

Türkiye ile Siyonist Devlet İsrail arasında gerginliğin giderilmesi için iki ay önce her iki ülkenin hükümetleri arasında mutabakata varılan anlaşma günlerdir milletten gelebilecek tepkilere karşın sır gibi saklanıyor. Türkiye’nin adeta aleyhine maddelerin içerdiği görülen ve eleştirilerin odağında olan anlaşmanın maddelerinin bir bölümüne Milli Gazete ulaştı. 

Kamuoyu tepkisinden çekinildiği için günlerdir açıklanamayan “İsrail’le normalleşme” anlaşmasının maddeleri ortaya çıktı. Bir yürürlük ve beş maddeden oluşan anlaşmada en dikkat çeken husus İsrail’in ve vatandaşlarının Mavi Marmara katliamından ötürü hukuki ve cezai sorumluluktan muaf tutulması olarak görülüyor. Bu anlaşmayla İsrail, her türlü dava ve ceza talebine karşı kendini garantiye alırken, İsrail’e karşı herhangi bir para talebini de Türk Hükümetine fatura ediyor.  Anlaşmanın özeti; “Siyonist katil, ev sahibini bastırır”dan ibaret!

 MECLİS’TEN APAR TOPAR GEÇSİN DE…

Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için her iki ülkenin meclislerinden onay alması gerekiyor. Hükümet kanadı da, Mavi Marmara katliamının faili İsrail’le normalleşmeyi öngören anlaşmanın bu hafta TBMM Genel Kurulu’na gelerek oylanması için büyük gayret sarfediyor. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, anlaşmayı Meclis tatile girmeden bu hafta geçirmeyi planladıklarını söylemişti.

İKNA TURLARI SÜRÜYOR

İki ülke arasında varılan mutabakatın kamuoyunda büyük bir tepki ile karşılanması iktidarı da rahatsız etmişti. İktidar 15 Temmuz’dan sonra oluşan “siyasi uzlaşı” atmosferinden yararlanarak, konuyu muhalefete taşıdı. Toplum tarafından gelebilecek eleştirileri en aza indirmek için Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu önceki gün CHP ve MHP’yi ziyaret ederek, İsrail ile ilgili anlaşmanın maddelerini anlatmaya çalıştı. CHP’de Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP’de ise Grup Başkanvekili Erkan Akçay ile bir araya gelen Çavuşoğlu’nun bu girişimi  “ikna turları” olarak yorumlanmıştı.

LEHİMİZE HİÇBİR ŞEY YOK

İsrail ile varılan sözde mutabakata ilişkin Hükümet  tarafından TBMM’ye sunulması beklenen maddelerde tepki çeken ifadeler yer alıyor. Anlaşmanın maddelerinin yer aldığı fotoğraf da 4 ve 5’inci maddeler rahatlıkla okunabilirken, 3’üncü maddenin ödenecek para ile ilgili olduğu anlaşılıyor. Fotoğrafta yer alan 6’ncı maddesinin ise anlaşmanın yürürlük maddesi olduğu anlaşılıyor.

İşte o anlaşmanın 4 ve 5’inci maddeleri;

4- Türkiye ve İsrail, diğer tarafa veya diğer taraf adına hareket edenlere hukuki veya başka bir sorumluluk yüklemeyecekleri ve bu anlayışın, taraflardan herhangi birinin veya taraflar adına hareket edenlerin cezai veya hukuki sorumluluğu kabul ettiği veya üstlendiği şeklinde yorumlanmayacağı hususlarında mutabıktır. Her halükarda, bu anlaşma İsrail’in, İsrail adına hareket edenlerin ve İsrail vatandaşlarının Türkiye Cumhuriyeti veya Türk gerçek veya tüzel kişileri tarafından konvoy hadisesiyle ilgili olarak kendilerine yönelik doğrudan ya da dolaylı olarak Türkiye’de yapılmış veya yapılacak her türlü hukuki ya da cezai talebe ilişkin her türlü sorumluluktan tamamen muaf tutulmalarını sağlayacaktır.

5- Herhangi bir Türk gerçek veya tüzel kişisi tarafından veya bu kişiler adına, İsrail Hükümeti veya gerçek veya tüzel kişilerine karşı herhangi bir para talebi öne sürülmesi veya taleplerin sürdürülmesi halinde, yukarıdaki hükümlere bakılmaksızın, İsrail Hükümeti onun adına hareket edenler ve/veya İsrail vatandaşlarının tüm kayıpları, masrafları, hasarları ve/veya harcamaları Türk Hükümeti tarafından karşılanacaktır.

TBMM’YE GELMESİ BEKLENİYOR

Kamuoyunun büyük tepki gösterdiği İsrail ile varılan anlaşmanın yürürlüğe girmesi için her iki ülkenin meclislerinden onay alması gerekiyor. Türkiye’nin aleyhine maddeleri içeren anlaşmanın ne zaman TBMM’ye geleceği bilinmiyordu. Ancak hükümet kanadının meclis tatile girmeden uluslararası anlaşmayı bu hafta TBMM’den geçirmeyi planladığı biliniyor.

ÇAVUŞOĞLU’NUN İKNA TURLARI

İki ülke arasında varılan mutabakatın kamuoyunda büyük bir tepki ile karşılanması iktidarı da rahatsız etmişti. İktidar 15 Temmuz’dan sonra oluşan ‘siyasi uzlaşı’ kültürünün atmosferinden yararlanarak, konuyu muhalefete taşıdı. Toplum tarafından gelebilecek eleştirileri en aza indirmek için Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu önceki gün CHP ve MHP’yi ziyaret ederek, İsrail ile ilgili anlaşmanın maddelerin anlatmaya çalıştı. CHP’de Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP’de ise Grup Başkanvekili Erkan Akçay ile bir araya gelen Çavuşoğlu’nun ‘ikna turları’ oyarak yorumlanan bu tavrı, AKP’nin de anlaşmanın maddelerinden pek memnun kalmadığı şeklinde değerlendirilmişti.

Millî Gazete - Ahmet Açıkay


Fotoğrafı Büyütmek İçin Üzerine Tıklayın.

16 Ağustos 2016 Salı

ERBAKAN OLSAYDI, YENİ BİR DÜNYA KURULURDU !!!

Daha ilk cümlelerimle dikkatinizi çekeyim: Sakın haa! Kimse okumaya başladığınız bu yazıyı Cübbeli Ahmet Hoca’ya verilmekte olan bir cevap sanmasın… Ne Cübbeli Hoca’ya ne de herhangi birine cevap niteliği taşımamaktadır bu satırlar.  Lüzumu da yoktur; zira herhangi bir su’i zanna en güzel tavır hüsn-ü zandır. Erbakan Hocamız’ın tedrisatında bulunan bizlere de sadece “hüsn-ü zan” yakışır.

Bir savunma yazısı ise hiç değildir, bu. Savunma eylemi “bir saldırıya karşı koymak”sa eğer; Erbakan Hocamız için savunma yapmak bize düşmez. “Erbakan Hoca yine haklı çıktı”  cümlelerine dünya alem şahit. Olup biten olaylar, gelişmekte olan süreçler, varılan sonuçlar ve akıp gitmekte olan zaman zaten Hocamızı layıkıyla savunmaktadır. O haklı çıkandır! Çünkü o, sadece “doğru”nun değil, her zaman ve şartta “hakikat”in insanıdır!...
“Doğru”; yanlışın olduğu yerde, yanlışın karşısında vardır. Ama Hakikat, yanlışın da doğrunun da olduğu yerde her daim mevcuttur. Hocamızın anlatımıyla “doğru” zamana, zemine ve şarta göre değişir. Hakk ise; şarta, zemine ve zamana bağlı değildir. Hakk; her şartta, her zeminde ve her zaman kesin doğru olandır; değişmez doğrudur. 
Yağmur yağarken insanın şemsiyeyle dışarı çıkması doğru; ama güneş açtığında ise yanlıştır. Şartlar değişince, yeni şartlara göre doğru da değişir. Fakat, güneş her zaman, her şart ve her zeminde doğudan doğar, batıdan batar. Duruma göre değişmez; güneşin batışı ve doğuşu. İşte Hakk, hakikat tam da budur! “Doğru” mutlak değildir, “yanlış” da mutlak değildir. Konjünktürel olmayan, mutlak olan Hakk’tır. Erbakan Hocamız, davasında istikametini “doğru” ya da “yanlış”lara bakarak değil; günlük olaylar ya da konjünktürel durumlara göre değil; Hakk çizgisinde belirlemiştir.  Elbette doğruları ve yanlışları bilmek yol gösterir, ama günün doğrularını, günün yanlışlarını mutlak sanır da ona göre hükmeder, günün gösterdiklerine göre rota belirlerseniz, işte o zaman “aldatılmaktan” kurtulamazsınız.
“Aldatılmak” demişken, Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve birçok görüşten siyasilerin ve uzmanların Erbakan Hocamızın FETÖ ile ilgili sözlerini hatırlamamak mümkün değil. “Cemaat”in nüfuz edemediği, maksadına alet edemediği tek lider olmak sebepsiz olmasa gerek. Özal, Demirel, Ecevit, Erdoğan… Ve diğerleri. Hemen hepsi, virüsün taşıyıcısı binekler gibi görülmüş. Erbakan Hocamız’la iletişim kuramamalarının elbet bir sebebi var. İşte bu sebep; Doğru/Yanlış ile Hakk arasındaki farktır. Erbakan; reel politiğin, dönemin, şartların değil; “hakikatin insanı”, “hakikatin lideri” olmuştur. Şartlara teslim olmaktansa, şartları teslim alacak iradeyi tavizsiz ve hakkıyla ortaya koymuştur. Hakikat ve hikmet yolundan hiç sapmamıştır Erbakan Hoca. Zira, hakikat yolundan ayrılınca; değişen/değiştirilen şartlar sizi çepeçevre çevreleyiverir.
ERBAKAN HOCA OLSAYDI, FÖTE’YE BU FIRSATI VERMEZDİ
“Erbakan olsa ihtilal başarılı olurdu” kanaati bir su-i zandan ibarettir. Ve bu kanaati zaten Mahkeme kararıyla geçtiğimiz yıllarda bir kısmı yayımlanan 28 Şubat MGK’sının tutanakları da yerle bir etmektedir. Başbakan Erbakan sadece 28 Şubat MGK’sında değil, sürecin tamamında  “postmodern” darbeye karşı adeta tek başına direnmiştir. İşveren kuruluşları, çoğu sendikalar, çoğu gazeteler, çoğu televizyonlar ve maalesef sivil hayatın ve de siyasetin neredeyse bütün unsurları darbecilerle işbirliğine girmesine rağmen Başbakan Erbakan, ülkeyi çok daha büyük felaketlerden tek başına korumuştur. Bedelini de bizzat kendisi ve Milli Görüş hareketi ödemiştir. Erbakan Hocamızın 1998’deki “sükunet” çağrısının şartları ile 15 Temmuz kalkışması zemin olarak da, şartlar ve nitelik bakımından da çok farklıdır. Erbakan Hoca, 28 Şubat gecesinden hemen sonra bütün siyasi parti genel başkanlarını tek tek ziyaret etmek suretiyle “Bugün bize yapılmak istenen yarın sizlere yapılacaktır. Gelin ordumuzun içerisindeki bu cuntaya karşı sivil/siyaset cephesi oluşturalım” çağrısında bulunmuş, fakat o dönem muhalefet partileri cuntanın adeta suç ortağı olmuştur. Evet hükümet kurmakla da ödüllendirilmişlerdir, ama kendi ifadeleriyle siyasi hayatlarına da malolmuştur, bu işbirlikçilik.
28 ŞUBAT’A DAİR HATIRLATMALAR
Sadece muhalefet partileri mi, bizzat dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de, dönemin Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek yargı unsurları da 28 Şubat postmodern darbesinin köşe taşları yapılmıştır. Başbakan Erbakan, siyasi yasaklı ilan edilmiş, iki siyasi partisi kapatılmıştır. Erbakan Hoca’nın “sükunet” çağrısı da “Refah Partisi”nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması sonrasında ve bu şartlarda cereyan etmiştir. O günkü zemin ve şarlar ile, bugünkü zemin ve şartlar ne kadar örtüşmektedir, birkaç hatırlatmayla birlikte bunu vicdanlara bırakıyorum:
* 28 Şubat’ta muhalefet darbecilerin yanındaydı, 15 Temmuzda hem Meclis muhalefeti, hem de Meclis dışı muhalefet darbecilerin karşısında yer aldı.
* 28 Şubat’ta gazeteler, televizyonlar, genel yayın yönetmenleri, yazarlar, manşetler ve ekranlar darbecilerin yanındaydı, 15 Temmuzda medya bütün unsurlarıyla darbecilerin karşısında yer aldı.
* 28 Şubat’ta sendikalar-işverenler darbecileri desteklemek için 5’li Çete kurdu, 15 Temmuz’da bütün STK’lar darbecilerin karşısında yer aldı.
* 28 Şubat’ta yargı bütün kademeleriyle cuntanın brifinglerinde darbecilere alkış tutuyordu, 15 Temmuz’dan sonra yargı darbecilere karşı kararlı bir tutum sergiledi.
* 28 Şubat’ta tarikatlarımızın, cemaatlerimizin, hocalarımızın çoğunluğu maalesef 28 Şubat sürecinde “öz eleştiriler” adı altında ya siyasete, Erbakan Hocamıza insafsızca eleştiriler yöneltiyor ya da susmayı tercih ediyordu, 15 Temmuz’da ise haklı olarak milli iradenin yanında yer aldı.
* 28 Şubat’ta hükümet bir koalisyon hükümetiydi, 15 Temmuz’da ise sayısal sorunu olmayan, Cumhurbaşkanı’nın desteğini arkasına almış olan bir tek başına iktidar var.

MİLLİ GÖRÜŞ’Ü “PROJELENDİRİLMİŞ ÇATIŞMALARDAN” UZAK TUTTU
Refah Partisi’nin kapatılması sonrasında Erbakan Hocamızın yapmış olduğu “sükunet” çağrısını tutup da 15 Temmuz gecesi yaşananlar ile kıyaslamak ve “Erbakan olsa ihtilal olurdu” yaklaşımında bulunmak elbette büyük bir hezeyandır. Erbakan Hoca, merhametli ve şefkatli bir liderdi, bunun aksini söyleyecek kimse olamaz.. Bu ülkede hem 12 Eylülden önce hem de 28 Şubat sürecinden sonra kardeşin kardeşi vurmasının, iç savaş ortamının oluşmasının önündeki en büyük engel hep Erbakan Hoca oldu. 12 Eylül’de “aynı silahla” hem ülkücüler, hem de komünistler vurulurken, Erbakan Hoca, Akıncılar Genel Merkezi’ne getirilen tır dolusu silahlara el sürülmemesi talimatını da verdi. Hiçbir dönem Milli Görüş hareketini ülkedeki kaosun, sokak çatışmasının veya şiddetin pir parçası yapmadı. Refah Partisi kapatıldığında dış mihrakların istediği kaos ortamının çıkmaması için de “sükunet” çağrısını yaptı. O hep, “bizim metodumuz iddia değil, ikna” dedi.. Ve Milli Görüş hareketini her dönem kumpaslardan, şiddetten, projelendirilmiş çatışmalardan uzak tuttu.
Ama, tutup da bugünkü şartlarda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a iltifatlar yağdırmak adına, bir hakikati kendince gölgelemeye yeltenmek de neyin nesi! Sayın Cumhurbaşkanı’nın da buna ihtiyacı olduğunu zaten kimse söyleyemez.
ERBAKAN HOCA’NIN GÖSTERDİĞİ CESARETİ KİM GÖSTERDİ!
Erbakan Hoca yeri geldiğinde bu ülke, bu millet ve ümmet için en büyük riskleri almış, en büyük cesaret örneklerini sergilemiş, en güçlü tavırları ortaya koymuştur. Yeri gelmiş bedelleri de sadece Hocamız ve Milli Görüş hareketi ödemiştir.  Siyonizm’in şemsiyesi altındaki Batı ve Batıl’ın herkesi teslim aldığı son yarım yüzyılda O, asla ve katla ne Batı’ya, ne de Siyonizm’e teslim olmuştur. Bundan daha büyük bir “cesaret” misali var mıdır gösterilecek!
ABD’nin tehditleri altında, ambargolara rağmen Erbakan’ın, Kıbrıs’ın fethinde aldığı riski kim almış, gösterdiği cesareti kim sergileyebilmiştir
2. Yalta’yı isterken, D-8’leri kurarken, Yeni Bir Dünya’nın temelini atarken Erbakan’ın aldığı riski kim almış, gösterdiği cesareti kim göstermiştir
Sömürücü faiz düzenine ve kan emici rantiyeye karşı Denk Bütçe’yi yaparken, Havuz Sistemini kurarken Erbakan’ın aldığı riski kim almış, gösterdiği cesareti kim göstermiştir
Türkiye’miz ve bölgemizde terörün ve işgalin güvencesi Çekiç Güç’ü gönderirken Erbakan’ın aldığı riski kim almış, gösterdiği cesareti kim göstermiştir
Afganistan’dan Sovyetler sökülüp atılırken, Avrupa’nın göbeğinde Batı’ya, NATO’ya ve Sırplara karşı Bosna zaferi kazanılırken, Çeçen cihadında  o şanlı direniş yapılırken Erbakan Hoca’nın aldığı riski kim almış, gösterdiği cesareti kim gösterebilmiştir!
28 Şubat postmodern darbesinin bizzat Amerikan hariciyecisince yönetildiğini ABD Büyükelçiliği’ne “gizli” damgasıyla gönderilen “kripto” emirleri ihtiva eden belge yle deşifre ederken Erbakan’ın gösterdiği cesareti kim göstermiştir.

İRŞAD İHMALE GELMEZ
Sihirbazın şapkadan tavşanı çıkarmasına aldanmamak için sadece “hakikatin insanına” bakmak, O’nun davasında yürümek lazım… Dünler “günün adamı” olmaya çalışan insanlarla doluysa eğer, bize düşen “günün adamı”, “günün sesi”, “günün konuşanı” değil, çağların insanı, çağların sesi olmaya gayret etmektir.  Başlangıç cümlelerimizi tek bir cümleyle tamamlamış olalım: Askerimizi kışlaya davet ettiğimiz gibi, alabildiğince günübirlik söylemlerin içerisine dalan ve yıpranmaktan kurtulamayan muhterem hocalarımızı da asli vazifelerine dönmeye ve yeniden irşad görevlerini üstlenmeye davet ediyoruz. İrşad ihmale gelmez!...
Son söz olarak; “Erbakan olsa, darbe olurdu” zannı tashih edelim. Erbakan Hoca bunca seneler iktidar olsaydı, FETÖ’ye bu fırsatı vermezdi. Erbakan Hoca olsaydı; YENİ BİR DÜNYA kurulurdu.

Mustafa Kurdas | Milli Gazete Genel Yayın Yönetmeni

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Milli Görüşçüyüm... mb

evet, ben milli görüşçüyüm.

milli görüş, her renkten ve ırktan insana özgürleşerek birlikte yaşama teklifidir.

bir insan suyumuzu kesmiyorsa, ekmeğimizi gasp etmiyorsa, evimizi gölgede bırakmıyorsa, özelimize tecavüz etmiyorsa biz onunla neden birlikte olmayalım?

merhamet ve vicdanın ırkı, rengi ve dili yoktur.

milli görüş, bir dayatma değil tekliftir.

"bu coğrafyayı böldürtmeyiz" değil, "gelin bu dünyada birlikte yaşayalım" diyoruz.

insan varlığına değil talan ve ifsada karşıyız.

nimet ve külfet dengesini gözetmeyen hiçbir düzen adil değildir.

insanları aç, susuz, çıplak ve evsiz bırakan hiç bir düzen adil değildir.

ücretlendirmede asgari ihtiyaçları gözetmeyen hiçbir düzen adil değildir.

insanlara inanç dayatan hiçbir düzen adil değildir.

kuvvetli olmayı, çoğunluk olmayı, belirli bir ırktan olmayı hak sebebi sayan hiçbir düzen adil değildir.

masum insanları, sivilleri hedef alan, terörü bir mücadele yöntemi gören her düşünce/inanç/ideoloji merhametin ve adaletin uzağındadır.

bir ülkenin rengini yönetim biçimi ya da ideolojisi değil, milli gelirin dağılım oranları ve dış politikadaki ittifakları gösterir.

yoksuldan alıp zengine veren bir mekanizma değil, zengin ile yoksul arasındaki uçurumu kapatan bir mekanizma adaletin ve merhametin gereğidir.

14 Ağustos 2016 Pazar

AKP’NİN KISA TARİHİ

AKP’NİN KISA TARİHİ


AKP, 14 Ağustos 2001’de kuruldu ve 14 ay sonra girdiği ilk seçimle yönetime geldi. Aşağıdaki yazı, bu “sıradışı öyküyü” anlatmaktadır.

ABD ve AB, yeni yüzyıla girerken Türkiye’yi “içine kapalılıktan”kurtararak “dünyaya açacak” ve “global liberalizmi” tam olarak uygulayacak “cesur önderlere” gereksinim duyuyordu. Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, yeni ve gözükara bir yönetimle uygulanabilirdi. Recep Tayyip Erdoğan, bu “cesareti”göstereceğini söylüyor ve dış çevrelerle, özellikle ABD’yle ilişkiye geçiyordu. İlişkisi Fazilet Partisi üyesi olduğu günlere dek gidiyordu. AKP’yi kurmadan önce; Nisan-1995, Kasım-1996, Aralık-1996, Mart-1998, Temmuz-2000, Temmuz-2001 ve kurduktan sonraki bir yıl içinde 2 olmak üzere 8 kez ABD’ye gitti. Aralık 2002 gidişinde, sıradışı bir uygulamayla, resmi bir sıfatı olmamasına karşın Bush tarafından kabul edildi. Erdoğan’ın görüştüğü kişiler içinde üç isim dikkat çekiyordu. Bunlar; Ilımlı İslam Modeli’nin kuramcısı Graham Fuller, daha sonra “AKP ile TSK’yı kafesledik” diyecek olan CIA Türkiye Uzmanı Henri J. Barkey ve “Karanlıklar Prensi” sanlı Richard Perle idi.

AKP Kuruluyor

Recep Tayyip Erdoğan, Fazilet Partisi’nin kapatılmasından sonra, Necmettin Erbakan’ın kurduğu Saadet Partisi’ne katılmadı. Bir grup arkadaşıyla birlikte AKP’yi kurdu. Başlangıçta, eski eylemleri ve politik düzeyi nedeniyle başarılı olamayacağı sanıldı. “Değiştim” diyerek ilginç açıklamalarda bulunuyor ve yüksek masraf isteyen şube açılışları yapıyordu. Değişik biçimlerde de olsa hemen hergün medyada yer alıyor ve sürekli olarak gündemde tutuluyordu.
Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan’ın yanında yetişmiş, ona uzun yıllar destek olarak parti içinde yükselmiş bir kişiydi. Politik yaşamı tümüyle bu hareket içinde geçmiş, edindiği siyasi kazanımları, bu parti ve onun önderi Necmettin Erbakansayesinde elde etmişti. Buna karşın Erdoğan, İsmail Cem’in Bülent Ecevit’e yaptığının hemen aynısını Erbakan’a yapmış ve onu en zor döneminde bırakarak partisinin bölünmesine yol açmıştı.

Görüşmeler Trafiği

Recep Tayyip Erdoğan, AKP’yi kurmadan önce; Nisan-1995, Kasım-1996, Aralık-1996, Mart-1998, Temmuz-2000, Temmuz-2001 ve kurduktan sonraki bir yıl içinde 2 olmak üzere 8 kez ABD’ye gitti.1
Görüşmeler, DSP’nin bölünmesinden sonra sıklaşmış AKP’nin kuruluşuna doğru iyice artmıştı. Basında yer alan haberler, AKP’lilerin, Ankara Washington hattında en az Kemal Derviş kadar gidiş geliş yaptığını gösteriyordu.
Türkiye’nin DSP istifaları ile çalkalandığı günlerde, Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül Washington’a gitmiş ve burada 3 gün boyunca ABD’nin üst düzey yöneticileriyle çok önemli özeltoplantılar ve birebir görüşmeler yapmıştı. Görüştüğü isimler arasında, 1989-1991 yıllarında Türkiye’de büyükelçilik yapan veAbdullah Gül’le, Tayyip Erdoğan’ı “siyasetin tepesine taşıyan kişi”2diye tanımlanan eski İstihbarat ve Araştırma Bakanı Morton Abromowitz ile Türkiye için “cepte keklik” diyen3 ABD eski Türkiye Büyükelçi ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Marc Grosman da bulunuyordu.4
Abdullah Gül, daha sonra Türkiye’ye gelen Marc Grossmanile önemli bir yemekte bir kez daha biraraya geldi. Dışişleri Bakanlığı’nın Marc Grossman ve Paul Wolfowitz onuruna verdiği yemeğe; Kemal Derviş, Türkiye Washington Büyükelçisi Faruk Loloğlu, Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal gibi isimlerin yanında siyasi partilerden yalnızca AKP Genel Başkanı Abdullah Gül katılmıştı.5

Yasaları Aşmak

Recep Tayyip Erdoğan, 14 Ağustos 2001’de partisini kurdu. Oysa, üç yıl önce aldığı hapis cezası onu parti kurmak bir yana, siyasi partilere üye bile olamaz duruma getirmişti. Muhtar bile olamaz deniyordu. Siyasi Partiler Yasası’nın 11.maddesi, TCK’nın 312/2 maddesinden mahkum olanların partilere üye ya da kurucu olmasını yasaklıyordu.
Siyasi yasağın kaldırılması yönündeki süreç; Basın ve Yayın Yoluyla işlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun ile getirilen ceza erteleme olanağını, Anayasa Mahkemesi’nin iptal etmesiyle başladı. Bu karar üzerine Meclis’e ivedi olarak bir yasa tasarısı getirildi; tasarı DSP, MHP ve ANAP’ın oylarıyla kabul edildi. 22 Kasım 2000’de kabul edilen bu yasayla,mitinglerde yapılan konuşmalar nedeniyle verilen cezalar daerteleme kapsamına alındı.
Ancak, Erdoğan’ın bu değişiklikten yararlanması tüzel (hukuki) olarak tartışmalıydı. Devreye Anayasa Mahkemesi’nin yeni bir kararı girdi. Mahkeme, 19 Temmuz 2001’de Hasan Celal Güzelile ilgili davada “Cezası erteleme kapsamı içinde olan birinin, cezasının sonuçlarının da ertelenmesi gerekir” yorumunu yaparakErdoğan’ın parti kurucusu olabilmesinin yolunu açtı. Erdoğan 14 Ağustos 2001’de AKP’yi kurdu ve genel başkan oldu. 28 Şubat sürecinde kapanan kapılar birer birer açılıyordu.

Yerli Kurtarıcı: Deniz Baykal

Partisini kurmuş genel başkan olmuştu ancak milletvekili seçilme hakkını elde edememişti. Yüksek Seçim Kurulu, Anayasa’nın 76.maddesini gerekçe göstererek genel seçimlere katılamayacağına karar verdi. Anayasa değişikliğine yetecek gücü olmadığı için bir şey yapamadı ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde partisi, hükümet oluşturacak bir çoğunlukla Meclis’e girmesine karşın kendisi dışarda kaldı. 58.Hükümetin Başbakanı Abdullah Gül oldu.
AKP’nin birinci parti olduğu seçimden bir gün sonra Erdoğanile kendisini ziyaret eden dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal arasında gazetecilerin “vazo mutabakatı” adını verdiği bir anlaşma yapıldı. AKP, “affa uğramış olsa bile” ifadesini çıkararakErdoğan’ın yasağını kaldıran bir anayasa değişikliği hazırladı.
Değişiklik AKP ve CHP’nin oylarıyla 13 Aralık 2002’de Meclis’ten geçti. Ancak, dönemin Cumhurbaşkanı Sezer, “kişiye özel” gerekçesiyle yasayı veto etti. CHP yine destek verince Sezer, ikinci kez kabul edilen değişikliği onaylamak zorunda kaldı. Böylece Anayasanın 76, Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 11.maddesi değiştirilerek, Erdoğan’ın milletvekili adayı olabilmesinin önündeki tüzel engel kaldırılmış oldu.6
Aday olma önündeki yasal engeller aşılmıştı ancak seçimler de yeni yapılmıştı; 4 yıl beklenemezdi. Çözüm bulundu. Bir seçim bölgesinde, seçim iptal ettirilecek ve ardından yenilenecekti. Bu girişim için seçilen yer şiir okuduğu yer olan Siirt’ti.

“Demokrasilerde Çare Tükenmez”

Süreç şöyle işledi: Siirt’in Pervari ilçesinde, 3 sandıkta kurul oluşturulmadığı ve 1 sandığın kırıldığı öne sürülerek bu ildeki seçimlerin iptali istemiyle Yüksek Seçim Kurulu’na başvuruldu. YSK bu başvuruyu kabul etti ve 2 Aralık 2002’de Siirt seçimlerini iptal etti. Böylece TBMM’ye Siirt’ten giren 3 milletvekilinin (AKP’den Mervan Gül, CHP’den Ekrem Bilek ve bağımsız milletvekili Fadıl Akgündüz) milletvekillikleri düştü.7
Siirt seçimleri 9 Mart 2003 günü yinelendi ve seçime giren 4 parti arasından AKP oyların % 84,8’ini alarak 3 milletvekili adayını da meclise gönderdi. Erdoğan’la birlikte Öner Gülyeşil ve Öner Ergenç milletvekili oldu.8

Hedef Cumhuriyet

Bu toplantıdan sonra Türkiye’de hükümet yetkilileri, gerçek amaçlarını çekinmeden açıklamaya ve bu yönde uygulamalar yapmaya başladı. Recep Tayyip Erdoğan, partisinin 9 Nisan 2005’te Ankara’da düzenlediği il başkanları toplantısında, “devletin ağır yapısıyla bir yük” durumuna geldiğini ileri sürerek Cumhuriyeti hedef aldı ve “merkeziyetçi devlet işleyişinin değiştirileceğini”söyledi. “Ankara, bugüne kadar olduğu gibi artık Türkiye’nin düğümlendiği yer olmayacaktır” dedi.9
Benzer bir açıklamayı Abdullah Gül, 17 Kasım 2005’te yaptı ve “bizim amacımız ne olursa olsun AB değildir. Bizim esas amacımız Türkiye’yi değiştirmektir, Türkiye’yi transformasyona (dönüştürme) uğratmaktır. AB bunun için bir vesiledir” diyordu.10 Bunlar Kemal Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın içinde yer alan yaklaşımlardı.

Dönüşüm

AKP yönetimi, içteki oy gücünü dışardan aldığı destekle birleştirerek, Cumhuriyetin yönetim yapısını ve kazanımlarını ortadan kaldırmaya girişti. Mecliste sağlanan salt çoğunluk, dönüşüm yönündeki yasa önerilerinin tümünü sorgusuz sorusuz kabul edilmesini sağlıyordu.
Yüzlerce “yasa” çıkarıldı, kerelerce anayasa değiştirildi. Kimi yasalardaki anlatım bozuklukları, yasa tasarılarının çeviri olduğu kanısını uyandırıyordu. Recep Tayyip Erdoğan, yasa çıkarmada “dışa bağımlılığın” yararlı olduğunu söylüyordu. 7 Kasım 2004’te “Avrupa Birliği’ne olan bağımlılığımız anormal bir durum değil, hatta yararlı. AB’nin Türkiye üzerindeki denetimini arttırması, bazı yasaları çıkarırken işimize yarıyor”11 demişti.

Uygulamalar

AKP, Kemal Derviş’ten devraldığı programı siyasi amacı yönünde kullandı. Kullanıma yön veren dış destek, AB’nden ve Türkiye’yi “Ilımlı İslam Modelinin” örnek ülkesi yapmak isteyen ABD’den geliyordu. Kamu kurum ve kuruluşlarının hemen tümünde, üst düzey kadrolar değiştirildi. Tüzel işleyiş amaca uygun duruma getirildi. Yargı kurumları denetim altına alındı. Eğitim milli olmaktan çıkarıldı, din eğitimi yaygınlaştırıldı.
Yasama, yargı, yürütme arasındaki denge bozuldu, kişi egemenliği belirleyici duruma geldi. Mezhep ayrımcılığı yapıldı, bu ayrım dış siyasete de yansıtıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı uydurma davalar açıldı, yüzlerce üst rütbeli subay tutuklandı. “Çözüm süreci” adı verilen uygulamalarla bölücü örgüt güçlendirilmiş. Sınır güvenliği ortadan kalktı, milyonlarca Suriyeli Türkiye’ye geldi.
Ekonomiyle ilgili uygulamalar, toplumu ayakta tutan güç kaynaklarının sınırsızca yok edilmesine dayanıyordu. Yeraltı yerüstü varsıllıklar, yerli yabancı demeden kişi ya da şirketlere devredildi. Özelleştirme adı altında binlerce kamu malı, fabrikalar başta olmak üzere düşük bedellerle satıldı. Satıştan elde edlen 56 milyar doların nereye harcandığı öğrenilemedi.
Türkiye’de bugüne dek yapılan özelleştirmelerin yüzde 88’ini AKP hükümetleri yaptı. Satılan devlet malları içinde 204 stratejik şirket ve fabrika ile 2515 taşınmaz vardı.12 Recep Tayyip Erdoğan,özelleştirmeler sürerken; “ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim” 13 diyordu.

Türkiye'nin Geldiği Yer

Türkiye’nin iç-dış toplam borcu bugün 1,37 trilyon TL’dir (2014). Bu borcun 908,5 lirasını tek başına AKP yaptı.14 Borca neden olan dış ticaret açığı, 2002’de, yıllık 15 milyar dolarken bu açık 2013’de 100 milyar dolara çıktı.15 2002 yılında 0.63 milyar dolar olan cari açık (ülkeye giren dövizle çıkan döviz arasındaki ayrım) 2014’te 63.5 milyar dolar oldu.16
AKP, AB’nin istemi üzerine çıkardığı yasalarla, yabancılara taşınmaz satışını kolaylaştırdı. Her türlü taşınmaz (ev, arsa, işhanı, tarla, bahçe) karşılılık (mütekabiliyet) aranmaksızın yabancılara satıldı. Satış sınırı, 25 bin metrekareden 300 bin metrekareye çıkarıldı.
2003-2012 arasındaki 9 yılda, 26 190 adet toplam 132 milyon metrekare (132 bin dönüm) taşınmaz satıldı. Bunların 126 milyon metrekaresi tarım arazisi, 11 milyon metrekaresi kat iyeliği (mülkiyeti) biçimindeki taşınmazlardır. Ayrıca, 150 bin kilometrekare alanın maden arama hakkı 29 ve 49 yıllığına yabancı şirketlere verildi.17
Yabancılar, Türkiye’de çevrili bölgeler (anklav) oluştururken, bir başka deyişle; Türkiye Cumhuriyeti topraklarıyla çevrili yabancılara ait toprak parçaları yaratılırken, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin Meclis’te; “Yabancıların aldığı mülkü sırtına yükleyip dışarıya götürecek hali yok” biçiminde tarihe geçecek sözler söyledi.18

Gerilik ve Düzeysizlik

Türkiye Cumhuriyeti, AKP hükümetleri döneminde, tarihinin gördüğü en geri ve en yetersiz “yöneticiler” tarafından yönetildi/yönetiliyor. Türk Ulusu, bu “yöneticilerden”  kurtulmadığı sürece varlığıyla ilgili sorunlar yaşayacak, çağın çok gerisinde ilkel biryaşam sürecektir.
Dini siyasi araç olarak kullanmanın yarattığı bölünme, çatışmalara hazır bir karmaşa ortamı oluşturmaktadır. Mezhep ayrılıklarına dayalı siyaset; laik düzenin ortadan kaldırılmasından sonra, tarikatlar arası çıkar çatışmasına dönüşecek ve Türkiye sonu gelmeyen bir kaos ortamına sürüklenecektir. Ulus devlet varlığı ortadan kalkacak, özerklik ya da federasyonculuktan başlatılacak yıkıcı süreç parçalanmayla sonuçlanacaktır.
Ortadoğu’da yaratılan kaostan, Suriye’li göçmenlere; PKK ve PYD’den, tarikat örgütlerine; Kemal Derviş’in ekonomik programından, özelleştirmelere; ulus devlet yapısının bozulmasından, kişi egemenliğine dek 14 yıl içindeki hızlı çöküş gözünüze getirilirse, Türkiye’nin nereye gittiği görülecektir.
AKP, Büyük Ortadoğu Projesi adı verilen emperyalist politikada görev almış bir örgüttür. Tarihteki yeri, Damat Ferit Hükümeti’nden farklı olmayacaktır.

NOT: Bu yazı 15 Temmuz 2016'dan önce yazıldı.

DİPNOTLAR

1          Erdoğan ve AKP’nin Kuruluşu youtube.com
2          eksisozluk.com
3          www.radikal.com.tr
4          “AK Parti–Washington Trafiği ve Atladığınız İki Önemli Haber” Güler Kömürcü, Akşam 19.07.2002
5          a.g.y.
6          odatv.com
7          “Çuvaldaki Müttefik” AhmetErmhan, Birharf Yay. İst. 2006,sf.35-36
8          Hürriyet 20.03.2001
9          Yeni Çağ, 10.04.2005
10       “AB Araç, Değişim Amaç”, Cumhuriyet 18.11.2005
11       “Denetim Faydalı” Sabah 08.10.2004
12       Özelleştirme İdaresi Başkanlığı www.oib.gov.com
13       “Ülkemi Pazarlamakla Mükellefim” Cumhuriyet, 16.10.2005
14       www.cnnturk.com
15       www.tuik.gov.tr
16       Merkez Bankası Verileri haberturk.com
17       “AKP Çıldırdı Yabancıya Toprak Satışında Sınır Tanımıyor” Prf.Dr.Cihan Durawww.cıhandura.com ve “Türkiye’ye Batı Saldırısı” Prf.Dr.Cihan Dura Elmadağı Yay., sf.182
18       Meclis Tutanakları  21.04.2005, www.tbmm.gov.tr

Alinti. Kurumsal Aktarim Blogspot