17 Eylül 2016 Cumartesi
İsrail’e verilen 38 milyar doların sırrı ne?
Hüseyin Vodinalı (Oda tv - 15.09.2016)
Halep’te varılan ateşkesin 60 kez ihlal edilmesi ne demek?
İsrail’in Suriye ve Gazze’ye artan saldırıları ne anlama geliyor?
ABD, bayram değil (yani onlara değil!) seyran değil, İsrail’e tarihinin en büyük askeri yardımını yaptı: 38 milyar dolar.
İsrail, 10 yıl boyunca tam 38 milyar dolar askeri yardım alacak.
Bu da yetmemiş, savaş filan olursa ABD’den gereken ne varsa alabilecek.
Netanyahu ile arası bozuk olan Obama’nın başına taş mı düştü de, böylesine cömert bir anlaşmayı imzaladı?
İsrail ve Neo Con’ların en sevdiği isim olan, Libya ve Suriye’de El Kaide ve IŞİD ile iş tutan Hillary Clinton’a destek için tabii.
Hillary zatürre olunca aldı mikrofonu eline onun için kampanyaya da başladı.
Obama’nın İsrail karşıtlığı, kendi şahsi fantezisiydi, müesses nizamın isteklerine karşı çıkabilecek biri değil o.
Zaten bunu açıkça söylemiş de:
"8 yıllık liderliğim süresince İsrail’in savunmasına yönelik olan taahhütlerimizi, gerek sözlü, gerekse fiili olarak yerine getirmiş bulunuyoruz. Bundan sonra da İsrail’in savunmasına yönelik taahhütlerimizde yerinde duracağız."
Bunu, Libya’nın işgali, BOP, Arap Baharı ve Suriye’de çıkardığı iç savaştan anlıyoruz zaten.
ABD’DEKİ SEÇİME DİKKAT
Amerika’daki seçim sürecini bilmem hiç izliyor musunuz?
Sanırım ABD tarihinde bundan daha saçma ve rezil bir seçim dönemi yoktur.
Trump’ın saçmalıklarından söz etmiyorum.
Asıl Hillary’nin arkasındaki devlet ve şirket yapılanmasına bakınız.
Tüm bir Amerikan devlet sistemi ve kapitalist mekanizması; basınıyla, istihbarat servisleriyle, siyasetçileriyle, sanat ve sinema dünyasıyla Hillary Clinton’a destek veriyor.
İşte siyahların polis tarafından öldürülmesinden tutun, Trump’ın vakfına soruşturma başlatılması
Öyle ki, Hillary’nin zatürre olmasını bile Putin’e bağlayan tipler var.
Hani olana bitene baksanız sanırsınız, Donald Trump, Marksist bir devrimci ya da Ku Klux Klan’ın gizli önderi.
Değil tabii…
O, sadece müesses nizama karşı kendi fırıldaklığı ve servetiyle aday olmayı becermiş bir kişi.
İlginç yanı da Rusya ile dostluğu filan savunması.
Ancak, basında öne çıkan tüm özellikleri, ırkçı ve İslam düşmanı olması üzerine kurulu.
Oysa İsrail’in birebir adamı olan Hillary, ondan çok daha İslam düşmanı.
ABD derin devletinin, bir Kukla Kürt Devleti peşinde koşması ve bunu bir devlet politikası haline getirmesi ile Hillary’nin seçilmesi için her imkanını seferber etmesi, İsrail’in güvenliği içindir.
İsrail’in güvenliği, ABD için yaşamsal bir önemdedir.
Çünkü Batı sermayesi, sömgürgeci kapital, Amerikan, İngiliz ve İsrail sermayesi ortaklığında oluşmuştur.
ABD Ortadoğu der, siz İsrail anlayın.
Avrupa’da da benzer bir şekilde Batı sermayesi odaklı saldırgan yönelimin temelini Hillary Clinton ve arkasındaki güç temsil etmekte.
Özellikle de 11 Eylül 2001’deki tertip terör saldırıları, Neo Con denilen İsrail yanlısı kliğin yönetimi ele geçirmekteki miladıdır.
Ve bundan sonra ABD’nin çıkarları, İsrail’inkilerin arkasına konmuştur. Bakınız Irak ve Afganistan.
CIA ajanı Ukrayna Başkanı Poroşenko, neden uçağa atlayıp New York’a Neo Con Hillary’ye koşsun ki böyle olmasa.
Putin’in 17 Haziran 2016 günü St. Petersburg’daki Uluslararası Ekonomik Forum esnasında yabancı gazetecilere söylediklerini tekrar anımsayalım:
“İran tehlikesi diye bir şey yok ama NATO Avrupa’ya füze savunma sistemleri yerleştiriyor. Gerekçeleri samimi değil, bizimle açık konuşmuyorlar derken biz haklıydık. Bu sistemi haklı göstermek için İran tehlikesi öne sürülüyor. Yine bize yalan söylediler. Şimdi sistem çalışır durumda ve füzeler rampalara yüklenmiş halde. Siz gazeteciler biliyorsunuz ki, Tomahawk uzun menzilli füze sisteminde kullanılan başlıklar kapsül içinde bu sistemde kullanılıyor. Teknolojilerin ilerlediğini biliyoruz, ve hatta ABD’nin bir sonraki füze sistemini ne zaman geliştireceğini de biliyoruz. Bu füzeler 1000 km. ve ötesine ulaşabilecek. Ve o andan itibaren Rusya’nın nükleer potansiyelini tehdit etmeye başlayacak. Zamanla neler olacağını biliyoruz, onlar da bizim bildiğimizi biliyor. Size masallar anlatıyorlar, siz de yutuyorsunuz bunları ve kendi ülkenizin insanlarına yayıyorsunuz. İnsanlarınız gelmekte olan tehlikeyi anlamıyor, beni endişelendiren de bu. Nasıl olur da anlayamazsınız, dünyanın dönüşü olmayan bir yere doğru çekildiğini. Onlar ise hiçbir şey olmuyormuş havası yaratmakta. Size başka türlü nasıl anlatacağımı bilemiyorum.”
Resmen uyarıyor işte, 3. Dünya savaşı diyor adam.
İSRAİL’İN HEDEFİ SURİYE Mİ?
ABD’nin asıl düşmanı Çin.
Obama’yı uçağın arkasından kırmızı halısız indiren Çin’e nefret duyuyorlar.
Ama onlara gücü yetmiyor.
Avrupa’dan vurmak istedikleri Rusya’ya da aslında yetmiyor.
Ama Rusya’nın etkin olduğu Suriye’de farklı planları var.
ABD İşin başından beri bir oyalama taktiği uyguluyor.
İsrail’i gölgede tutuyor.
Esad rejiminin asıl düşmanı İsrail.
Golan tepeleri halen işgal altında.
ABD’nin Suriye’yi hedef almasında İsrail’in çıkarları ön planda.
Kuzeyden geçecek bir PKK koridoru da İsrail’e hizmet edecek, Esad’ın devrilip yerine Batı yanlısı kukla bir yönetimin gelmesi de.
İşte Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin arkasında yatan olay bu.
İsrail ve ABD’nin maşası FETÖ’nün talimatlı işi.
PKK ile işbirliklerinin de çıkmasını bekliyorum somut olaylarla yakın zamanda.
Türkiye, ne zaman Rusya ile ilişkileri tamir etmeye başladı, birden Batı’nın direk hedefi haline geldi.
Darbe girişimi de bunun bir parçası.
İşte şimdi Suriye’de, kısmen de olsa Rusya, İran ve Esad ile işbirliği yapan, konuşan bir Ankara istemiyorlar.
Türkiye’nin Cerablus harekatı en çok İsrail’i kızdırdı.
Hillary ve İsrail’in yavrusu IŞİD, tanklarımızı vurmaya başladı.
Halep’teki ateşkesi sabote eden de bunların ajanları.
Şimdi de Golan tepelerinde bir şeyler dönüyor.
Suriye önceki gün bir İsrail savaş uçağı ile bir İsrail insansız hava aracını düşürdüğünü açıklamış, İsrail bunu yalanlamıştı.
Olay tam da 13 Eylül gecesi ateşkesin yürürlüğe girdiğinde oluyor her nasılsa!
İsrail ordusuna yakın Debkafiles’ta çıkan habere göre, İsrail’in işgali altındaki Golan tepelerine, Suriye’nin Kuneytra bölgesinden 8 adet havan topu mermisi düşüyor. İsrail de buna yanıt olarak hava saldırıları düzenliyor.
İşte Suriye’nin vurdum dediği, bu saldırılar esnasında düşürdüğü uçaklar.
Suriye resmi haber ajansı Sana ise İsrail savaş uçaklarının Kuneytra’nın Emel Mezraları bölgesinde saldırı başlatan Nusra Cephesi'ne destek için Suriye mevzilerini vurduğunu duyurdu.
El Nusra’yı korumak için Suriye ordusuna saldıran bir İsrail.
4 Haziran’da da, Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’li mevkidaşı John Kerry’nin kendisinden Suriye’deki müttefikleri El Kaide’yi vurmamasını talep ettiğini söyledi. Bu açıklama yalanlanmadı.
Suriye iç savaşında İsrail’e özel hesaplar var. Güvenlik, enerji, Kıbrıs, PKK koridoru ve PKK Devleti bunlardan bazıları.
2013’te Esad düşerse Suriye’ye gireriz demişlerdi, geçen sene Türkiye’ye ortak operasyon teklifi götürdükleri iddiaları var.
Şimdi Esad’ın düşeceği yerde, giderek daha da güçlenmesi İsrail için kabus gibi.
İsrail’in Suriye ve Gazze’ye başlattığı hava saldırıları pek hayra alamet değil.
Rusya Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov’un Ankara’ya getirdiği dosyasında bu da var mı bilemem ama yazımı, gölge CIA denen ve 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminde adı geçen Stratfor’un İran asıllı analisti Anisa Mehdi’nin açıklamalarıyla bitireyim.
“- Türkiye’ye ABD ve İsrail gibi ülkelerin oyunu olduğu düşünüyor musunuz?
Öncelikle şunu sormak lazım; Türkiye, Avrupa ve ABD’de sıklıkla görülen şiddet ve kaostan kim faydalanıyor? Silahlı saldırılar, havalimanlarına bombalı saldırılar… Ülkenizde gerçekleşen saldırılarda hayatlarını kaybedenler için de çok üzgünüm. Mesela biri bombalı üç kişinin, Orlando’da AR-15’li tek kişiden daha az insan öldürdüğüne dikkat çekmişti, ilginç değil mi? Fayda sağlayan kim? Fayda sağlayan ülkelerden biri bana kalırsa İsrail. İsrail haberlerde artık görünmüyor değil mi? Ancak Filistinlilerin baskıcı bir şekilde topraklarından olması hala devam ediyor. Hala Yahudi yerleşim yerleri inşa ediliyor ve bunları hiç duymuyoruz çünkü bana kalırsa bu korkunç şiddet olayları dikkatimizi başka yöne çekiyor. Türkiye’ye direkt bir oyunları söz konusu mu bilmiyorum ama ilginç şeyler dönüyor gerçekten!” (8 Eylül 2016 Boxer Dergisi)
15 Eylül 2016 Perşembe
Cihad Meydani...
Prof.Dr. Necmettin Erbakan Hoca bir seminerde şu misali anlatmıştı:
Farz et ki sen Hz. Peygamber (sas)’in Bedir Savaşını yaptığı gün o civarda develerini güden bir çobansın. Efendimiz Aleyhissalat Vesselam ile Ebu Cehil taraftarları Bedir Kuyuları yakınında savaşa tutuşmak üzereler…
Eğer, sen “Şöyle bir yüksek tepeye çıkayım da yaşanan savaşı seyredeyim” dersen kâfirler zümresinden olursun.
Eğer, “Yarabbi, bunlardan kim haklı ise ona yardım et” diye dua edersen, yine kâfirlerden olursun. Çünkü sen bu dünyaya hangisi haklı, hangisi haksız bilmek için gönderilmişsin. Bu ayırımı, haklı-haksız, hak-batıl ayırımını yapamayan mümin olamaz.
Eğer, “Yarabbi, Peygamberin Hz. Muhammed (sas)’a yardım et, onu muzaffer kıl” diye dua edersen günahkâr bir fâsık olursun. Çünkü o dua etme zamanı değil, eyleme geçme anıdır.
Eğer hakiki bir mümin isen yapacağın şudur: Olaydan haberdar olur olmaz, yerinden öyle bir fırlayışla fırlayacaksın ki, savaş alanına kadar birkaç kez yüzüstü yere kapaklanacaksın. Eline ne geçerse, ne bulursan onunla saldıracaksın!”…
Rabbim rahmet eylesin Erbakan Hocamıza…
Farz et ki sen Hz. Peygamber (sas)’in Bedir Savaşını yaptığı gün o civarda develerini güden bir çobansın. Efendimiz Aleyhissalat Vesselam ile Ebu Cehil taraftarları Bedir Kuyuları yakınında savaşa tutuşmak üzereler…
Eğer, sen “Şöyle bir yüksek tepeye çıkayım da yaşanan savaşı seyredeyim” dersen kâfirler zümresinden olursun.
Eğer, “Yarabbi, bunlardan kim haklı ise ona yardım et” diye dua edersen, yine kâfirlerden olursun. Çünkü sen bu dünyaya hangisi haklı, hangisi haksız bilmek için gönderilmişsin. Bu ayırımı, haklı-haksız, hak-batıl ayırımını yapamayan mümin olamaz.
Eğer, “Yarabbi, Peygamberin Hz. Muhammed (sas)’a yardım et, onu muzaffer kıl” diye dua edersen günahkâr bir fâsık olursun. Çünkü o dua etme zamanı değil, eyleme geçme anıdır.
Eğer hakiki bir mümin isen yapacağın şudur: Olaydan haberdar olur olmaz, yerinden öyle bir fırlayışla fırlayacaksın ki, savaş alanına kadar birkaç kez yüzüstü yere kapaklanacaksın. Eline ne geçerse, ne bulursan onunla saldıracaksın!”…
Rabbim rahmet eylesin Erbakan Hocamıza…
Siyasi Görüş...
bu ülkede iki siyasi görüş var:
birinci görüş, "abd ile birlikte hareket etmeden iktidar olamayız/iktidarda kalamayız" diyenlerin görüşü.
ikinci görüş, "abd ile birlikte hareket ettiği müddetçe bu ülke düzlüğe çıkmaz" diyenlerin görüşü.
M.Bilgiç
birinci görüş, "abd ile birlikte hareket etmeden iktidar olamayız/iktidarda kalamayız" diyenlerin görüşü.
ikinci görüş, "abd ile birlikte hareket ettiği müddetçe bu ülke düzlüğe çıkmaz" diyenlerin görüşü.
M.Bilgiç
Laiklik...
Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın LAİKLİK anlayışı
“Müslümanlığın bizatihi kendisi laiktir. Açın Sultan Fatih’in İstanbul’un Fethinin arkasından çıkardığı beyannameyi, okuyun; Galata’daki Cenevizlilere dahi: “Bütün haklarınız benim teminatım altındadır. Her türlü inanç hürriyetine sahipsiniz. Patrikhane her türlü hizmetine devam edecektir” demiştir. Hz. Ömer Efendimizin Kudüs’ü fethettiği zamanki beyanatına bakın: “Herkes kendi dininde serbesttir. Her inanç sahibi kendi ibadetini muntazam yapacak, rahatlıkla yerine getirecektir. Sizin koruyucunuz benim”demiştir. Selahattin Eyyubi Kudüs’ü aldıktan sonra aynı şekilde: “Hepinizin inancının teminatı benim” demiştir. Bizim tarihimiz hep bunlarla doludur, dünya alem buna şahittir. Bunun için Müslümanlık içindedir bizzat laiklik. Aslında Müslümanlık varken ayrıca laiklik diye bir şey aramanız bile gereksizdir. Müslümanlık her zaman, herkesin dinine saygı göstermiştir. Bakınız Müslümanlıkta hiçbir zaman, şahısların Dine ait kurallara aykırı hareket etmesiyle ilgili bir ceza-i müeyyide getirilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki tane nizam vardır. Bir “Genel İnsanlık Nizamı”. Bu genel insanlık nizamında müsaade edilenler var, yasak edilenler var. Yasak edilenler nedir; adam öldürmek, yalan yere şahitlik etmek, çeşitli ahlaksızlıklara yönelmek, ırz ve namusa tecavüze yeltenmek; bütün bunların hepsinin ve her din için eşit oranda cezası vardır. Ama namaz kılmamışsa bunun bir cezası yoktur, çünkü bu Allah’la kul arasındadır. Ancak bu durumda Müslümanlar için tavsiye vardır, o da tatlı dille yapılacaktır. ‘Namazını kılarsan yarın şu sevabı alırsın’ diye uyarılacaktır. Müslümanların yapacağı işlerin adı “Helal”, yapmayacaklarının adı “Haram”dır. Herkesin yapacağı işin adı “Maruf”, yapmayacağı işin adı “Münker” olmaktadır. İki ayrı sistem tarif edilmiştir. Maruf ve Münker’de ceza vardır. Çünkü herkesi bağlayıcıdır ve temel insan haklarıyla alakalıdır. Hangi dinden olursa olsun adam öldürmeye kalkışırsanız, zina yaparsanız, yalan yere şahitlikte bulunursanız, hırsızlık yaparsanız cezasına katlanırsınız. Ama namaz oruç vs. Müslümanlara ait şahsi ibadetleri terk etme gibi hususlara gelince bunların dünyalık cezası konulmamıştır. Bunlar tavsiyeyle, telkinle, tatlı dille, kavli leyyinle anlatılacaktır. Bundan dolayı eğer Milli Görüş okulundan ve arka kapıdan kaçıp top oynamazsan, o zaman bilirsin ki Müslümanlık, laiklikle tamamen bir aradadır, hiçbiri arasında tezat bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki bizim elli senelik geçmişimizde, Anayasanın Laiklik maddesiyle değil, bu maddeye aykırı hareket edilmesiyle mücadele ettiğimiz ortadadır.”
“Müslümanlığın bizatihi kendisi laiktir. Açın Sultan Fatih’in İstanbul’un Fethinin arkasından çıkardığı beyannameyi, okuyun; Galata’daki Cenevizlilere dahi: “Bütün haklarınız benim teminatım altındadır. Her türlü inanç hürriyetine sahipsiniz. Patrikhane her türlü hizmetine devam edecektir” demiştir. Hz. Ömer Efendimizin Kudüs’ü fethettiği zamanki beyanatına bakın: “Herkes kendi dininde serbesttir. Her inanç sahibi kendi ibadetini muntazam yapacak, rahatlıkla yerine getirecektir. Sizin koruyucunuz benim”demiştir. Selahattin Eyyubi Kudüs’ü aldıktan sonra aynı şekilde: “Hepinizin inancının teminatı benim” demiştir. Bizim tarihimiz hep bunlarla doludur, dünya alem buna şahittir. Bunun için Müslümanlık içindedir bizzat laiklik. Aslında Müslümanlık varken ayrıca laiklik diye bir şey aramanız bile gereksizdir. Müslümanlık her zaman, herkesin dinine saygı göstermiştir. Bakınız Müslümanlıkta hiçbir zaman, şahısların Dine ait kurallara aykırı hareket etmesiyle ilgili bir ceza-i müeyyide getirilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki tane nizam vardır. Bir “Genel İnsanlık Nizamı”. Bu genel insanlık nizamında müsaade edilenler var, yasak edilenler var. Yasak edilenler nedir; adam öldürmek, yalan yere şahitlik etmek, çeşitli ahlaksızlıklara yönelmek, ırz ve namusa tecavüze yeltenmek; bütün bunların hepsinin ve her din için eşit oranda cezası vardır. Ama namaz kılmamışsa bunun bir cezası yoktur, çünkü bu Allah’la kul arasındadır. Ancak bu durumda Müslümanlar için tavsiye vardır, o da tatlı dille yapılacaktır. ‘Namazını kılarsan yarın şu sevabı alırsın’ diye uyarılacaktır. Müslümanların yapacağı işlerin adı “Helal”, yapmayacaklarının adı “Haram”dır. Herkesin yapacağı işin adı “Maruf”, yapmayacağı işin adı “Münker” olmaktadır. İki ayrı sistem tarif edilmiştir. Maruf ve Münker’de ceza vardır. Çünkü herkesi bağlayıcıdır ve temel insan haklarıyla alakalıdır. Hangi dinden olursa olsun adam öldürmeye kalkışırsanız, zina yaparsanız, yalan yere şahitlikte bulunursanız, hırsızlık yaparsanız cezasına katlanırsınız. Ama namaz oruç vs. Müslümanlara ait şahsi ibadetleri terk etme gibi hususlara gelince bunların dünyalık cezası konulmamıştır. Bunlar tavsiyeyle, telkinle, tatlı dille, kavli leyyinle anlatılacaktır. Bundan dolayı eğer Milli Görüş okulundan ve arka kapıdan kaçıp top oynamazsan, o zaman bilirsin ki Müslümanlık, laiklikle tamamen bir aradadır, hiçbiri arasında tezat bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki bizim elli senelik geçmişimizde, Anayasanın Laiklik maddesiyle değil, bu maddeye aykırı hareket edilmesiyle mücadele ettiğimiz ortadadır.”
Bayram Mesaji... mb...
yeşil çimler üzerinde top koşturan bir futbolcunun ayda bir milyon lira aldığı buna karşılık bir ay boyunca ter akıtan asgari ücretlinin bin üç yüz lira ile geçinmeye çalıştığı; üst aklın her türlü müdahalesine rağmen üzerinde ezan ve salaların susmadığı, nato üslerinin kapanmadığı, faize dayalı bankacılık sisteminin tıkır tıkır işleyişinde bir aksamanın olmadığı; umreye ya da hacca giden tefecilerin tevbe edip işlerini evlatlarına bıraktığı; kırmızı ışıkta geçen holding patronu ile kütüphane memurunun aynı eşitlikçi trafik cezasını ödediği; üç tarafı denizlerle, her tarafı internet ağı ve düşmanlarla çevrili bu güzel ülkemde ve en zengin 62 kişinin 3 milyar 700 milyon insanın servetinden daha fazlasına sahip olduğu bu gezegende yine bir kurban bayramına kavuştuk.tüm kalbimle, kesilen kurbanlarımızın bu coğrafyanın çocuklarının emperyalizmin oyunlarına kurban edilmesine bir son veriş vesilesi olmasını diliyorum.
kalbinizden öperim :)
Mb
kalbinizden öperim :)
Mb
Önceden Milli Goruscuymus..
Önceden rahmetli Erbakan’ın temelini attığı Anadolu imam hatip lisesinde okuyormuş.
Önceden Milli Gençlik Vakfında görevli bir talebeymiş.
Önceden Milli Görüş teşkilatlarında Allah rızası için çalışan samimi bir nefermiş.
Önceden Milli Görüş teşkilatında gözünü kırpmayan bir sandık müşahidiymiş.
Önceden Milli Gençlik Vakfı başkanlığı görevinde de hasbelkader bulunmuş.
Önceden Refah Partisi’nde il teşkilat başkan yardımcılığına kadar bile yükselmiş.
Önceden Refah Partisi il disiplin kurulu üyesi olarak kendisine görev verilmiş.
Önceden Refah Partisinde merkez teşkilatında sekretermiş. Az buz bir şey değil yani.
Önceden Refah Partisinin Kayseri bölgesi milletvekili adaylarından birisiymiş ama kıl payı kaybetmiş.
Önceden eski mücahitlerdenmiş ama müteahhit işlerinden de anlıyormuş; inşaatları varmış.
Sonradan o da bu işin hocayla olmayacağına karar vermiş ve Abdullah Gül gibi yenilikçi harekete katılmış.
Sonradan mücahitlik işleri epeyce azalmış ama müteahhitlik işleri tavan yapmış.
Sonradan bütün bu pahalı tecrübeleri bir torbaya koyup uygun bir fiyata reise satmış.
Sonradan Mevlâ ‘yüro ya kulum demiş’ ve işler hep bayır aşağı akıyormuş.
Sonradan aslında biz özü itibariyle Milli Görüşçüyüz ama konjonktür böyle gerektiriyor, diyormuş.
Sonradan ruhunu şeytana satmış bir Milli Görüşçünün de Roma vatandaşı olma hakkı olduğuna kendini razı etmiş.
Sonradan mezhebinin bayağı bir genişlediğinin ve günahlarının arttığının o da farkındaymış ama olsu Allah çok gafurmuş.
Önceden Milli Görüşçü olanlar o çizgiyi terk edince meğer sonradan böyle orospu çocuğu oluyormuş.
Yani Milli Görüş teşkilatlarında yıllar boyunca kazandığı siyasi tecrübeyi taşımayı ağır bulanlar, onurunu ve şerefini modern Nemrutlara satarak modern Roma’dan yeni zırh ve görev alabiliyormuş.
İşte Türkiye’de siyaset bu tip orospu çocuklarından geçilmiyor.
Şu mavi gök kubbe altında hocalarını hançerledikleri günden beri onlara her gün bayram!
Önceden Milli Gençlik Vakfında görevli bir talebeymiş.
Önceden Milli Görüş teşkilatlarında Allah rızası için çalışan samimi bir nefermiş.
Önceden Milli Görüş teşkilatında gözünü kırpmayan bir sandık müşahidiymiş.
Önceden Milli Gençlik Vakfı başkanlığı görevinde de hasbelkader bulunmuş.
Önceden Refah Partisi’nde il teşkilat başkan yardımcılığına kadar bile yükselmiş.
Önceden Refah Partisi il disiplin kurulu üyesi olarak kendisine görev verilmiş.
Önceden Refah Partisinde merkez teşkilatında sekretermiş. Az buz bir şey değil yani.
Önceden Refah Partisinin Kayseri bölgesi milletvekili adaylarından birisiymiş ama kıl payı kaybetmiş.
Önceden eski mücahitlerdenmiş ama müteahhit işlerinden de anlıyormuş; inşaatları varmış.
Sonradan o da bu işin hocayla olmayacağına karar vermiş ve Abdullah Gül gibi yenilikçi harekete katılmış.
Sonradan mücahitlik işleri epeyce azalmış ama müteahhitlik işleri tavan yapmış.
Sonradan bütün bu pahalı tecrübeleri bir torbaya koyup uygun bir fiyata reise satmış.
Sonradan Mevlâ ‘yüro ya kulum demiş’ ve işler hep bayır aşağı akıyormuş.
Sonradan aslında biz özü itibariyle Milli Görüşçüyüz ama konjonktür böyle gerektiriyor, diyormuş.
Sonradan ruhunu şeytana satmış bir Milli Görüşçünün de Roma vatandaşı olma hakkı olduğuna kendini razı etmiş.
Sonradan mezhebinin bayağı bir genişlediğinin ve günahlarının arttığının o da farkındaymış ama olsu Allah çok gafurmuş.
Önceden Milli Görüşçü olanlar o çizgiyi terk edince meğer sonradan böyle orospu çocuğu oluyormuş.
Yani Milli Görüş teşkilatlarında yıllar boyunca kazandığı siyasi tecrübeyi taşımayı ağır bulanlar, onurunu ve şerefini modern Nemrutlara satarak modern Roma’dan yeni zırh ve görev alabiliyormuş.
İşte Türkiye’de siyaset bu tip orospu çocuklarından geçilmiyor.
Şu mavi gök kubbe altında hocalarını hançerledikleri günden beri onlara her gün bayram!
meclis'teki 4 partinin de abd, ab, ingiltere ve israil'e karşı olan tutumları bellidir.
15 temmuz kalkışmasında bir üst akıldan bahsedilmiş ve daha sonraki süreçte bu üst akıl unutturulmuştur.
15 temmuz kalkışması sonrasında incirlik'in kapatılması talebini kimin seslendirdiği ve meclis'teki partilerin bu sese katkısı ortadadır.
28 haziran'da israil ile yapılan anlaşma 15 temmuz'dan sonra tbmm'ne geldiğinde ak parti evet oyu verirken chp, mhp ve hdp'nin muhalefetinin göstermelik olduğu bu partilerin sırasıyla sadece 2, 4, 10 milletvekilinin verdikleri ret oylarından bellidir.
meclis'teki 4 parti de ırkçı emperyalizm ve kapitalizm karşısında aynı teslimiyetçi tavrı sergilemektedir.
suriye operasyonu da eğer yakından takip ederseniz göreceksiniz ki abd ve rusya'nın müsaade ettiği müdahaleler şeklinde gerçekleşmektedir.
şimdi kim ne derse desin meclis'teki 4 partiye oy veren %98'lik seçmen kitlesi bu coğrafyanın insanıdır ve ekserisi olup biteni bizim gibi okumamaktadır.
bize düşen her fırsatı iyilik ve güzellikle değerlendirmek ve bu coğrafyanın insanını büyük israil projesine alet olmaması için uyarmaktır.
abd, ab, ingiltere ve israil kapılarındaki teslimiyetçi tavrı örtbas ederek hakka hizmet edilemez.
ankara, kendi iradesi ile şam, bağdat ve tahran ile biraraya gelmediği müddetçe geleceğe dair bir çözüm bulamaz.
türklerin, arapların, farsların, kürtlerin ve bölgedeki diğer ırkların ortak geleceği abd'ye veya rusya'ya sığınıp ya da bu ülkelerle işbirliği yapıp komşuları ile çatışmaktan değil emperyalizme ve emperyalizmin oyunlarına rağmen birbirleri ile birlikte yaşama zemini aramaktan geçer.
baskı, şiddet ve tahakkümle ya da çatışma ve terörü vasıta kılarak ortak bir gelecek ve barış tesis edilemez.
hem abd, ab, ingiltere ve israil'in kanatları altında olup hem de barıştan, kardeşlikten, ortak gelecekten bahsetmek inandırıcı değildir.
terörü bir yöntem olarak benimseyenlerin ve buna destek verenlerin kalbinde derece merhamet olmadığı gibi kukla ya da tetikçi olmaktan öte varacakları bir yer de yoktur.
Mb
15 temmuz kalkışmasında bir üst akıldan bahsedilmiş ve daha sonraki süreçte bu üst akıl unutturulmuştur.
15 temmuz kalkışması sonrasında incirlik'in kapatılması talebini kimin seslendirdiği ve meclis'teki partilerin bu sese katkısı ortadadır.
28 haziran'da israil ile yapılan anlaşma 15 temmuz'dan sonra tbmm'ne geldiğinde ak parti evet oyu verirken chp, mhp ve hdp'nin muhalefetinin göstermelik olduğu bu partilerin sırasıyla sadece 2, 4, 10 milletvekilinin verdikleri ret oylarından bellidir.
meclis'teki 4 parti de ırkçı emperyalizm ve kapitalizm karşısında aynı teslimiyetçi tavrı sergilemektedir.
suriye operasyonu da eğer yakından takip ederseniz göreceksiniz ki abd ve rusya'nın müsaade ettiği müdahaleler şeklinde gerçekleşmektedir.
şimdi kim ne derse desin meclis'teki 4 partiye oy veren %98'lik seçmen kitlesi bu coğrafyanın insanıdır ve ekserisi olup biteni bizim gibi okumamaktadır.
bize düşen her fırsatı iyilik ve güzellikle değerlendirmek ve bu coğrafyanın insanını büyük israil projesine alet olmaması için uyarmaktır.
abd, ab, ingiltere ve israil kapılarındaki teslimiyetçi tavrı örtbas ederek hakka hizmet edilemez.
ankara, kendi iradesi ile şam, bağdat ve tahran ile biraraya gelmediği müddetçe geleceğe dair bir çözüm bulamaz.
türklerin, arapların, farsların, kürtlerin ve bölgedeki diğer ırkların ortak geleceği abd'ye veya rusya'ya sığınıp ya da bu ülkelerle işbirliği yapıp komşuları ile çatışmaktan değil emperyalizme ve emperyalizmin oyunlarına rağmen birbirleri ile birlikte yaşama zemini aramaktan geçer.
baskı, şiddet ve tahakkümle ya da çatışma ve terörü vasıta kılarak ortak bir gelecek ve barış tesis edilemez.
hem abd, ab, ingiltere ve israil'in kanatları altında olup hem de barıştan, kardeşlikten, ortak gelecekten bahsetmek inandırıcı değildir.
terörü bir yöntem olarak benimseyenlerin ve buna destek verenlerin kalbinde derece merhamet olmadığı gibi kukla ya da tetikçi olmaktan öte varacakları bir yer de yoktur.
Mb
BAŞBAKAN'IN KARDEŞİ VE DOSTLARI
(Tam 6 sene önceki yaptığımız tespitler. Yanlışlığın her safhasındaki feryatlarımızın bir göstergesi)
“Dost Edinme Sanatı” diye bir kitap okumuştum. Çok eski yıllarda…
Epey de faydalı olmuştu benim için. Dostların karakter uyumlarının ne kadar önemli olduğunu yazıyordu.
Atalarımızın bu konudaki sözü ise gerçeği yansıtmaktadır:
“Dostunu söyle, kim olduğunu söyliyeyim”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dostları kimlerdir?.. Elbette biz kalplerdekini bilemeyiz, yazılan çizilen ve konuşulanlara dayanmak durumundayız. Ayrıca sadece şahsını ilgilendiren dostluklarını da irdelemek bize düşmez. Ancak, devletimizi çok ytakından ilgilendiren dostluklarını mutlaka önemsemek ve konuşmak durumundayız.
Önce Bush’dan başlayalım…
ABD Eski Başkanı…
Başbakanımız o zaman Başbakan bile değildi. Sıfatı sadece AKP Genel Başkanı idi. Dostluk söylemleri sadece Türkiye’de değil, dünya medyasında sürmanşetten veriliyordu. Bush bu yeni dostunu ABD’ne davet edecek, kırmızı halılar sererek devlet başkanlarına mahsus protokolle karşılayacak, samimi, dostane pozlar vererek dostluklar karşılıklı dile getirilecekti.
Ne konuştular, neler üzerine anlaştılar, ne neyin karşılığı oldu, tahmin etmek zor olmasa bile, bunlar iki dostun arasında kaldı. Kısa süre sonra da Bush, bu dostluklarını, Dünya Siyonist örgütlerinin Cesaret Madalya’sını Yahudi olmamasına rağmen Erdoğan’a verdirerek dostluğunu pekiştirmiş oldu. Böylece bir ilk de gerçekleşmiş oluyordu.
Başbakan’ın en yakın dostu Bush, Afganistan ve Irak’ı mahvetti. İsrail’in küstahlıkları dahil her hareketini destekledi, sadece Ortadoğu’da milyonlarca mazlumu katlettiler. Kanlı bir katil olarak tarihe geçti. Şimdi köşesine çekildi. Başbakanımız bu eli kanlı katil ile hala dost mudur, bilinmez. Dostluklarını kurup pekiştirirken Başbakan bu kadar kan döküleceğini ve onunla verdiği dostane pozların bu kadar kendini rahatsız edeceğini bilir miydi bilinmez.
Üstelik Büyük Ortadoğu Projesi’ne kendini tayin ettiği zaman bunu gururla takdim etmesi, şimdi ise bu projenin bir bataklık olduğunun açığa çıkması, acaba kendini rahatsız eder mi, bunu da bilemiyoruz. Amiyane tabirle “dost kazığı” yediğini düşünüyor mu dersiniz?
Tony Blair…
İngiltere Eski Başbakanı…
Ne kadar sıkı fıkı dost idiler!.. Dostlukları devlet protokolünün çok ötesine geçmişti. Ortak dostları Bush’u yalanları ile Irak katliamına ikna ettiği ifade edilir. Özellikle Irak’ın elinde tehlikeli silahlar bulunduğunu inandırıcı(!) belgelerle ortaya koyup, dostları Erdoğan ve Bush’u koalisyon ortağı olarak Irak işgalinde işbirliği yapmalarına ikna edilmeleri, bu dostunun eseri olduğu söylenmektedir.
Şu işe bakar mısınız? Şimdi Başbakanın en yakın dostu Tony Blair, devlet devlet dolaşarak, İsrail’in 31 Mayıs 2010 Mavi Marmara katliamında ne kadar haklı olduğunu, eli kanlı, sopalı ve bıçaklı Türk teröristlerine (!) karşı nefis müdafaası yaptıklarını anlatıyormuş. Tam dosta yakışır bir biçimde(!)… Dostu olan Erdoğan hakkında neler söylüyor bilemiyoruz.
Silvio Berlusconi…
İtalya Başbakanı…
Birbirlerine “kardeşim” diye hitap edecek kadar dostturlar. Bu dostluklarına aileler de dahil edilmiştir. Ailece dost olduklarının göstergesi çok. Ama Berlusconi’nin, Başbakan’ın çocuğunun düğününe gelmesi, üstelik nikah şahidi olması en önemli göstergedir.
Şu mesajı atlamayalım:
İsrail'in Gazze'ye yardım götüren sivil Mavi Marmara yolcularına saldırması ve katliam yapmasını, izahı mümkün olmayan olay olarak değerlendiren Berlusconi, Başbakan Erdoğan'a şu mesajı göndermişti, olay sıcak iken: ''Tayyip kardeşime söyleyin ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.''
Sonra ne oldu?
Kardeşlik kıyağı olarak gereğini (!) elbette yaptı. Cibilliyetine uyanı yaptı.
Bu nedir derseniz, ne olacak Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, İsrail'in Gazze'ye yardım gemilerine yönelik saldırısını soruşturmak üzere 2 Haziran 2010 tarihinde bağımsız ve uluslar arası bir heyet gönderme kararı aldı. Ama dost Berlusconi kardeşliğini ve dostluğunu(!) gösterdi.
Red oyu verdi.
Elbet başka dostlukları da var..
Nato Genel Sekreterliğine seçtirdiği İslam düşmanı gibi…
Ama yazı uzuyor.
Hangi cümleyi kurayım?
Ne diyeyim?
En iyisi ata sözü:
“Dostunu söyle, kim olduğunu söyleyeyim!..”
Başka söze gerek kaldı mı?
Başka bir yazımda da “düşman” bellediklerini ve sonrasını yazmak isterim. Denklemin doğruluğunu tersinden ispat etmek için…
Ekrem Şama
http://ekremsama.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1417:basbakanin-kardes-ve-dostlari&catid=59&Itemid=436
Zekâmı ölçmeye makine dayanmaz. Erbakan Röportajı..
EZGİ BAŞARAN
02/01/2011
Milli Görüş'ün kurucusu, Saadet Partisi'nin 83 yaşındaki lideri Necmettin Erbakan, Radikal'e konuştu: Milli Görüş bölünmüyor, büyüyor, yüzde 6 olduk.
Necmettin Erbakan, Saadet Partisi Genel Başkanı olarak bir kez daha seçimlere hazırlanıyor. Koltuğu niye oğluna bırakmadığını, Kürt sorunu, Balyoz davası ve ‘eski talebeleri’ hakkında neler söylediğini okuyunca hem şaşıracak hem de gülümseyeceksiniz.
Seçim startını Eyüp Sultan’da verdiğinize göre Saadet Partisi’nin temel konularda nasıl politikalar izleyeceğinden başlayalım. BDP’nin demokratik özerklik ve iki dil talepleri hakkındaki görüşleriniz?
-Ben size bir soru sorayım önce… Radikal gazetesi muhalefet yapabiliyor mu?
Gerektiğinde elbette…
-Öyle diyorsanız öyledir. Sorunuza gelince… Dış güçler yıllarca uğraştı, Kürt vatandaşlarımızı böyle talepler ortaya koymak zorunda bıraktılar. Bizim Recai Bey 1960’larda Diyarbakır’ın köylerine su getirmeye gitmişti. Keşif yaparken bir bakıyor ki dağın başında Amerikalılar. Ne arıyorlar orada? Turistlermiş! Hepsi uydurma. Gittiler, oradaki köylülerin aklına girdiler, sizin niye ayrı devletiniz olmasın diye kışkırttılar. Bin yıldır birbirine kaynaşmış olan Kürt ve Türk halklarının arasını açtılar. Demokratik özerklik diye bir şeyi kabul edemem. Müslümanlıkta birlik vardır, nereye gidiyorsun sen?! Biz değil Türkiye’yi bölmeyi, İslam birliğini kurmaktan söz ediyoruz.
Bütün mesele bu yani, dış güçler?
-Hayır yavaş yavaş anlatıyorum. Güneydoğu meselesinin altında iki sebep yatar: Bölgenin geri bırakılmışlığı ve yanlış davranışlar. Türkiye devleti değil, devletin bazı yanlış yetişmiş fertleri Güneydoğu’da halka zulmetmiş, zulmetmekten zevk almışlardır.
Size göre kim?
-İsim zikretmeyeyim. Demirel hükümet oldu ve 24 Ocak kararlarını aldı. Bu kararları tenkit için televizyonda partiler
arası toplantılar yapılıyordu. Ben, Demirel’e “Güneydoğu meselesiyle ilgili halkı rahatsız ediyorsunuz” dedim. “Ne yapıyormuşuz” diye sorunca, “Mesela” dedim, “Dün Lice’de halkı üzerinizi arayacağız diye karların üstüne yatırmışsınız! Mardin’in filanca köyünü haksız yere boşalttınız!” Valiyi aradı, “Çığ tehlikesi yüzünden boşaltmışlar” dedi.
Konu böyle kapanmadı tabii?
-Bu programlar haftalıktı, ben bir sonraki hafta Lice’de halkın karların üstüne yatırıldığı fotoğrafı ve boşaltılan köyün fotoğrafını getirdim, Demirel’in önüne koydum. “Bu köyü çığ yüzünden boşaltmadılar, sırf bir nevi hırs ve intikam nedeniyle bu hale getirildi, çocuk mu aldatıyorsun” dedim. Türk ırkçısı insanlar Kürtlere karşı kin besliyordu, sonuç bu zulümler oldu. Bizim insanlarımızın bir bölümü bu ülkenin kaynaşmış tek bir kütle olduğu hususunda terbiye edilmemiş. Süleyman Bey için söylemiyorum, sakın yanlış anlaşılmasın. Ama o yerel yönetimlerin sözlerini tahkik etmeden doğru kabul etmesi hataydı.
Bugün nasıl çözeceğiz?
-Geçmişteki bu davranış hatalarını tedavi etmek devletin görevidir. Fakat Tayyip Bey, Kürt meselesini çözeceğim diye ortaya çıkmasına rağmen yapamıyor. Şimdi bakın burada 1977 tarihli Milli Görüş’ün ağır sanayi haritasını görüyorsunuz. Güneydoğu’ya birçok sanayi tesisi yapmışız. Helikopterle bölgenin üstünden geçerken gözlerimle gördüm ki bu şuursuzlar (AKP’den söz ediyor) bizim yaptığımız sanayi merkezlerini bir bir yok etmiş, özel sermayeye vermiş, binalar diktirmiş, insanlar yine işsiz. Çünkü o meseleye vakıf değil.
Başbakan sizin rahle-i tedrisinizden geçmedi mi?
-Biz dersimizi anlatırken bazıları arka kapıdan kaçıp bahçede futbol oynamış.
Dini değiştiriyorlar
Milli Görüş ikiye bölündü, bir kolu AKP’yi diğer kolu ise sosyalist talepleri karşılayacağını söyleyen HAS Parti’yi oluşturdu dersem…
-Çok yanılırsınız. Milli Görüş bölünmüyor, aksine büyüyor. Oy oranımız yüzde 2.5’ti, şimdi yüzde 6’ya çıktı.
Sizin yarattığınız siyasi damarın aynı şekilde ve rayda aktığını mı iddia ediyorsunuz?
-Herkesin yan rayları var. Ama bu raylar Milli Görüş’ün içinde önemsenmez. Püf desek hepsi Saadet Partisi’ne döner.
Püf derken?
-Yani o gittikleri, kurdukları partilerle bağları o kadar zayıftır. Hepsi gelip beni ziyaret ediyor, hocam sizin yolunuzdan sapmadık, lakin Siyonizm rüzgârına karşı bu partilerde daha çok oy alacağımızı düşünüyoruz yoksa hâlâ Milli Görüşçüyüz diyorlar.
AKP’liler Milli Görüş gömleğini çıkarttığını söylüyor ama…
-Dışarıda öyle söylerler de benim yanımda gerçekleri anlatırlar. Milli Görüş’ün 2011’deki tarifi de 1011’deki tarifi de aynıdır, değişmez. Milli Görüş, Sultan Fatih’in, Kanuni’nin inancıdır. Onlar ne sağcıydı, ne solcuydu, ne liberaldi.
HAS Parti’nin “Müslüman sol” söylemini nasıl görüyorsunuz?
-Halk Partisi’nin biz Müslümanız dediğini hiç duymadım, “Müslüman sol” da demiş olamaz.
Hayır CHP’den değil, Numan Kurtulmuş’un kurduğu HAS Parti’den söz ediyorum.
-Bırakın şunu Allah aşkına ya…
Niye bırakalım? -Vaktinize yazık olur da ondan. İsraf haramdır. Boşuna uğraşmayın. O ne derse desin hiçbir kıymeti yok. Siyonizm’in etkisiyle Milli Görüş’ten sapmışlar, hastalanmışlardır bazı üyelerimiz. Şimdi siz bunları da dinleyin: 80 senede gelen hükümetler 80 milyar dolar borç yapmıştı, bu geldi sekiz senede 580 milyar dolar borç yaptı. Görülmemiş bir olay. Ayrıca AKP dini de değiştirmeye çalışıyor.
Nasıl?
-Dinler Bahçesi diye bir yer açmadı mı? O bahçenin içinde kilise var, o bölgede Hıristiyan vatandaş yok. O bahçeyi gidin Paris’e kurun dedik, hayır illa İstanbul’a. Bahçedeki caminin üstünde La ilahe illallah yazıyor, Muhammed-ül Resullallah yazmıyor. Bu ne demek biliyor musun? Bütün İslam dinini ortadan kaldırmak demek. Şimdi biz AKP’nin dini değiştirme çalışmalarını kitap yapıyoruz.
28 Şubat’ı yaşamış biri olarak Balyoz davasında 196 askerin yargılandığını gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?
-O subayları hapse koymaktan daha güzel olan onları eğitmek olurdu. Asker ayrı cunta ayrıdır. Milli Görüş bakımından en sağlam kalan müessesemiz ordumuzdur. Vatan için canını verir, gözyaşı akar. Nereden biliyorum ben bunu? 1960’ta Milli Savunma Bakanlığı’nın altındaki salonda askerlere harp sanayi konusunda konferans verdim. Anlattıklarımla ilgili filmleri gösterirken elektrikleri söndürüyordum. Sonunda bir açtım ki generallerin çoğu ağlıyor. Neden? Vatan sevgisinden.
Demirel’e namaz
Siz Balyoz davasının içeriğini yakından takip edebildiniz mi? -Detaylarına vakıf değilim, gazetelerin anlattığı kadarıyla sivil idareyi değiştirmek isteyenler olmuş. Ama bu, ordunun tamamına mal edilemez. 28 Şubat’ı da ABD Dışişleri Bakanlığı’nın emriyle cunta yapmıştır. Aslında 28 Şubat’ta cunta mağlup oldu.
Siz değil, cunta mağlup oldu öyle mi?
-Bu soruyu sorduğunuz için sizi mazur görüyorum. Ben mağlup olmadım. ABD, cuntanın eline 18 maddelik bir şartlar listesi tutuşturmuştu. 5 saat bu maddelerin tatbik edilmesiyle ilgili konuştular.
Evet sonra siz de yaverden anayasayı istemiştiniz…
-Tabii. Dedim ki bak sizin bu listeniz anayasayı yıkmaktır. 4 saat de ben konuştum, hiçbirisi cevap veremedi. Onlar benim korkup istifa edeceğimi sanıyordu, halbuki ben hiç aldırış bile etmedim. Dört ay daha vazifeme devam ettim. Neyse teferruata girmeyeyim, sonuçta bildiğiniz gibi Demirel hükümet görevini Mesut Yılmaz’a verdi. Böylece Türkiye 14 sene kaybetti.
Demirel’e kızgın mısınız?
-Hayır. O ‘7 İnşaat’ mezunudur. Yani 6 sene olan Teknik Üniversite’yi Fransız bir hocanın verdiği İnşaat Makineleri dersini boykot etmek suretiyle bir sene uzatmıştı. Ben ise okulu bitirip ertesi gün işe başlamıştım. Bu ‘7 İnşaat’çılar bir seneyi boş geçirdiklerinden yurdun yemekhanesinin önünde zamanın yeni danslarını talim ediyorlardı. Çünkü işleri güçleri yok, buldukları meşgale de bu! Demirel de o grup içinde ama bir Anadolu çocuğu olarak tam iştirak edemiyor, uzaktan izliyor. Biz de bari bu ‘7 İnşaatçı’ların müsait olanlarına Müslümanlık öğretelim, namaz nasıl kılınır gösterelim dedik. Demirel de onlardan biriydi. Yani Demirel benim bu kadar yakın münasebetim olan bir dostumdur.
Muhsin Batur’a üç seans ders verdim
Siz hiç kimseye öfke duymuyor musunuz?
-Öfke yerine şefkat duymayı tercih ediyorum. O yüzden de mesela 28 Şubat’ı yapanların da mahkemeye çıkmasını değil, eğitilmelerini isterim. Örneğin Muhsin Batur üç seans benden ders almış, benim dünyamı değiştirdiniz demişti.
28 Şubat’la ilgili hiç özeleştiri yaptınız mı? -Filmi geriye sarın, her noktada aldığımız kararı yine alırız. . Bir senede çığır açan hizmetler yaptık.
Önümüzdeki seçimlerde en büyük rakibiniz kim?
-AKP’yi görüyorum. CHP mazisi dolayısıyla mühürlenmiştir, yüzde 25’i geçemez. Siz bu halk ne kadar zekidir biliyor musunuz? Kemal Kılıçdaroğlu isterse gecekondularda gezsin, isterse Hacıbayram’dan çıkmasın, isterse çarşaf giysin… Bu halk yutmaz. Bakın Baykal ne demişti: “Siz benim işimi kolay mı zannediyorsunuz. Anadolu’da 80 yaşında bir kadın abdest almış, sonra abdest suyunu döken çocuğun Halk Partisi’ne oy verdiğini duyunca, Oyyy abdestim bozuldu demiş. Ben böyle bir partiyi iktidara getirmek için uğraşıyorum.” Bunlar iktidara gelemezler.
Baykal’ın CHP’nin genel başkanlığından istifa etmesine yol açan hadiseyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Bir tertiptir kanaatindeyim, günümüzde bu tür fotomontajlar modadır.
Siz AKP’ye şuursuz, vizyonsuz diyorsunuz. Peki Başbakan sizi kandillerde, bayramlarda aradığında hiç sitem etmiyor mu?
-Etmiyorlar çünkü şahsen onları sevdiğimi, ayrıca haklı olduğumu biliyorlar. Dikkat ederseniz, çıkıp biz Siyonizm’e alet olmuyoruz diye cevap da vermiyorlar çünkü o zaman aleyhlerine olur. Bunu yapmayacak kadar akılları var.
Alınmayın n’olur ama yaş itibariyle sizin yeniden genel başkan olmayı tercih etmeyeceğinizi düşünmüştüm…
-Şimdi bir hikâye anlatayım…
Eyüp Sultan’ın 96 yaşında cepheye gitmesi hikâyesi değil mi?
-Hayır, başka! II. Murat, Avrupalılar kapıya dayandığında oğlu Sultan Fatih’e dedi ki “Oğlum çekil kenara bu senin başaracağın iş değil, ver anahtarları.” Çünkü koskocaman Osmanlı’nın korunması gerekiyordu. Türkiye’nin ayağının altından toprak kayarken ben de vazifemi yapıyorum.
Bazı sözlerinizden oğlunuz Fatih Erbakan’a şans tanıyacağınız sanılmıştı… -Şimdi biz talebelerimize şans tanıdık, baktık 8 yıldır yapamadılar. O zaman tekrar idareyi ele almak mecburiyetindeyim. Sizin dediğiniz gibi olsa… İdareyi bir çocuktan alıp diğer çocuğa verecek değilim.
Hocam müthiş zeki olduğunuzu bu röportajda bir kez daha görmüş oldum… -Bunu ilk kez sizden duymuyorum. Ortaokuldayken matematik hocam Cemal Dönmezer iki kenarı ve arasındaki açı eşit olan iki üçgenin neden eşit olduğunu ispat etmemi istemişti. İspat ettim ve hoca bana “Yahu sen nasıl böyle konuşuyorsun, bacak kadar boyunla bunları nasıl biliyorsun” demişti. Bak sorduğu suali bile hatırımda tutuyorum.
Hiç IQ’nuzu ölçtürdünüz mü?
-Hayır çünkü benim zekâmı ölçmeye makine dayanmaz.
sömürge tipi kalkınma nedir?
asfalt döker, beton eker, gökdelen dikersiniz. yol, köprü, hastane, okul yapar, üniversite açarsınız. ardarda yüzme havuzları, stadyumlar, kapalı spor salonları inşa edersiniz. bütün bunlar borçlanarak olur.
bu sırada tarım ve hayvancılık dibe vurur. ülke gıda sektöründe dahi dışarıya bağımlı hale gelir. zaten sanayiniz montaj sanayidir, teknolojiniz transfer teknolojidir. ülkede en çok kazanan yasal tefeciler olan bankalardır. zenginlerle yoksullar arasındaki fark giderek artar.
binalar büyür, bankalar büyür, borçlar büyür..
toplu konutlarda balık gibi istiflenen insanlar ekranlara bakıp mutlu olurlar.
o halde sömürge tipi kalkınma nedir?
Mb
ARTVİN'in Önemi!
Baraj sınırları ile 'özgür kürdistan' sınırları bire bir örtüşüyor.
***
ABD büyükelçisi Sivil araçla Artvin merkez, Şavsat Meydanlı, Yusufeli arasında dolanıyor. Hidro elektrik santrallerini denetliyor. Halkın nabzını ölcüyor. Artvin Batının Suriye'den sonraki hedefi Kafkasya'nın kapısı.. Artvin Çoruh'un vatanı. Artvin küresel çetenin çizdiği 'kürdistan' haritasının Karadenize ulaşan noktası. Artvin'de oluşan baraj haritası 'özgür kürdistan' haritası sınırlarıyla birebir örtüşüyor. Naci Özen'e kulak veriniz.
https://www.facebook.com/BanuAVAR/posts/1174243875918957
Bireysel Emeklilik Sistemi Çalışanlardan Sermaye Kesimine Kaynak Transferidir
Dr. Murat Özveri
Evrensel Gazetesi, 10.08.2016
Hükümet 01.08.2016 tarihinde Meclise “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısını” sundu.
Tasarı diyor ki;
1. Bizim ülkemizde diğer ülkelere göre insanlar harcamalarını kısıp para yeterince biriktirmiyor. Yeterince tasarruf yapmıyorlar.
2. Ben hükümet olarak yeterince tasarruf yapmayan vatandaşlarımı tasarruf yapmaya zorlayacağım.
3. Tasarruf yapmaya zorlamanın yolu olarak da bireysel emeklilik sistemini (BES) kullanacağım.
4. BES’e katılım otomatik hale gelecek. Bağımlı çalışan herkes (işçi memur, sözleşmeli personel) bağımlı çalışmaya başladığı andan itibaren bireysel emeklilik sözleşmesine de dahil edilmiş sayılacak.
5. 45 yaş altı çalışan herkes otomatik olarak bireysel emeklilik sözleşmesine dahil edilecek. Çalışanların prime esas kazancının yüzde 3’ü BES için kesilecek. Çalışan dilerse BES dahil edildiğinin kendisine bildirildiği tarihten itibaren iki ay içerisinde cayma hakkını kullanacak. Cayma hakkını kullandığında kesilen tutarlar on gün içerisinde kendisine ödenecek.
6. Tasarının gerekçesine göre BES sayesinde hem “yurt içi tasarruf oranı” artacak hem de çalışanlar emeklilik döneminde çalışırken sahip oldukları refah düzeyini korumuş olacak.
I. ÖZAL DÖNEMİNDE DE ÇALIŞANLARIN GELİRLERİNE KONUT VAADİ İLE EL KONULMUŞTU
İlginçtir çalışanların istemeseler de gelirlerinin bir kısmına yasa yoluyla konut ucuz konut vadi ile, birikmiş para vereceğiz vaadi ile el konulması örneğini 12 Eylül darbesi sonrasının Özal hükümetiyle yaşamıştık. Anımsayalım:
11 Aralık 1986 tarihli ve 3320 sayılı “Memurlar ve İşçiler ile Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkında Kanun” yayımlandı. Kanun Özal tarafından, çalışanları ev sahibi yapacağız vaadiyle sunuldu. Çalışanların parasına el konulmasına karşın el koymanın adı Konut Edindirme yardımı (KEY) olarak belirlendi. Hem çalışanların parasına el konulmasının adı yardım olarak sunuldu.
Kısaca Konut Edindirme Yardımı (KEY) olarak adlandırılan kesintiler 1995 yılına kadar 9 yıl sürdü. 9 yıl sonra fonda biriken paralar eritildi. Çalışanlar açısından beklendiği gibi sonuç tam bir hiç olmuştur.
Çalışanların gelirlerine zorla el koymanın bir diğer örneğini üzerinden sermayeye kaynak aktarmanın bir diğer örneğini 9.3.1988 tarihli ve 3417 sayılı “Çalışanların Tasarrufa Teşvik Edilmesi ve Bu Tasarrufların Değerlendirilmesine” ilişkin kanunla yaşadık. Bu kanunla da çalışanların aylık ücretlerinden yüzde 2 kesinti yapılmış bu kesintiler yüzde 3 oranında da devletin katkı yapacağı belirtilmiştir. Çalışanlardan yapılan bu kesintiler özellikle belediyeler başta olmak üzere işverenler tarafından yatırılmamış, geri ödeme aşamasında binlerce davalar açılmış, kesintiler kuşa çevrilerek kısmen denetimsiz hesapsız bir şekilde geri ödenmiştir.
II. TASARRUF YAPMA GÜCÜMÜZ YOK ÇÜNKÜ GEÇİNEBİLECEK GELİRİMİZ YOK. BORÇLA AYAKTA KALMAYA ÇALIŞIYORUZ
Şimdi de hükümet “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile vatandaşa diyor ki; “Ne olacak biraz daha dişini sık aylık ücretinin yüzde 3’ünü BES için ayır, bireysel emeklilik şirketleri aracılığı ile senin üzerinden tasarruf yapıp piyasanın gereksinim duyduğu sıcak parayı elde edeyim. Karşılığında ise sen emekli olduğunda refah düzeyin çalıştığın dönemden aşağı olmasın.”
Tasarı iki temel gerekçeye dayanıyor: tasarruf düzeyinin düşüklüğünü ortadan kaldırmak ve emeklilik döneminde çalışırken sürdürülen refah düzeyinin gerisine düşülmesini engellemek.
Önce neden tasarruf düzeyimiz düşük, gelirimiz ne nerelere harcıyoruz bir bakalım:
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK ) Ağustos haber bülteninde yayımlanan verilere göre;
1. Kazandığımız her 100 liranın 26 lirasını kira ve konut giderleri için harcıyoruz.
2. Kazandığımız her 100 liranın 20,2 lirasını gıda ve alkolsüz içecekler için harcıyoruz.
3. Kazandığımız her 100 liranın 2 lirasını sağlığa, 2,2 lirasını eğitime ayırıyoruz.
4. Alkollü içecek sigara ve tütüne 4,2, giyim ve ayakkabıya 5,2, ev eşyasına 6,1, ulaştırmaya 17, haberleşmeye 3,7, kültür ve eğlenceye 2,9, otel lokanta ve pastane için 6,4, çeşitli mal ve hizmetler için 4,3 lira harcama yapıyoruz.
2016 yılı Mayıs ayı itibarı ile Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi verilerine göre;
Banka ve banka dışı kredi kuruluşlarına bireysel krediler yoluyla 424 Milyar TL borçlanmışız.
Bu borcun yüzde 38’ini ihtiyaç kredisi olarak (161 Milyar TL), yüzde 37’sini konut kredisi olarak (157 Milyar TL), yüzde 19’nu kredi kartlarıyla (80 Milyar TL), yüzde 7’sini taşıt kredileri aracılığı (29,7 Milyar TL) ile borçlanmışız.
TÜİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçlarını 2015 yılı sonu için açıkladı. Buna göre çalışma çağında kabul edilen 15-64 yaş grubundaki kişi sayısı 53 milyon 359 bin 594 kişi.
Bu 53 milyon kişinin 26,3 milyon kişisi bireysel kredi borçlusu, 2,3 milyon kişinin konut kredi borcu var, 22,1 milyon kişi kredi kartı kullanıyor, 18,4 milyon kişi ihtiyaç ve diğer kredi borçlusu, 0,8 milyon kişi taşıt kredisi borçlusu.
(TBB) Risk Merkezi Mayıs ayı verilerine göre 2 milyon 815 bin 743 kişi bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borçlarını ödeyemiyor. 2 milyon 815 bin 743 kişi hakkında yasal takip başlatılmış. Yani 2 milyon 815 bin 743 kişi bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borcunu ödeyemediği için icralık.
Çalışma çağındaki nüfusunun yarısı borçla geçinen bir ülkede tasarruf düzeyinin düşük olmasından yakınmak en hafif değimle acımasızlıktır. Çalışma çağındaki nüfusunun yarısı borçla geçinen bir ülkede insanların gelecek kaygısını istismar ederek, emekli olduklarında yaşam refah düzeylerinin düşmesiyle tehdit ederek ücretlerinin yüzde 3’üne el konulması ise zorbalıktır.
“Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” çalışanların aylık kazançlarının yüzde 3’üne el koymasını emeklilik dönemlerinde refah düzeylerinin düşmeyeceği vaadine dayandırmıştır.
Peki ama neden bizim sosyal güvenlik sistemimiz emeklisine neden insana yakışır bir aylık verememektedir? Bu soruların yanıtlarını sistemi özetleyerek tartışmaya çalışalım:
III. EMEKLİLİK NEDİR?
Emeklilik olarak adlandırdığımız statü sosyal güvenlik hukukunda yaşlılık sigortası başlığı altında düzenlenmiştir. Aslında “emekli oldum” derken biz sosyal güvenlik hukukuna göre yaşlılık aylığı almaya hak kazandığımızı dile getirmiş oluruz.
Yaşlanmak kaçınılmazdır. İnsanlar doğar büyür yaşlanır ve ölür. Yaşlılık fizikken çalışma yetenek ve becerilerini kullanamaz hale getirdiği, kaçınılmaz bir süreç olduğu, çalışamayan insanın gelir elde etmesinin de olanaklı olmaması nedeniyle sosyal bir risk olarak kabul edilmiştir.
Anayasaya göre temel vazgeçilmez devredilmez sosyal bir hak olan sosyal güvenlik hakkı kapsamında, hiç kimse yaşlılık sigortasından vazgeçtim diyemez. Hiç kimseyle yaşlılık sigortasının kapsamında kalacak şekilde anlaşma yapılamaz. Yapılan anlaşmalarda geçersizdir. Kısaca sigortalılık zorunludur. Sigortalılığı doğuran olay gerçekleştiği anda herkes istese de istemese de sigortalı kapsamına girer.
Kaçınılmaz olan yaşlılık gerçekleştiğinde, yaşlının hiç kimseye muhtaç olmadan temel gereksinimlerini karşılayarak yaşamını sürdürmesi için bir gelire sahip olması zorunludur.
Yaşlının gelir sahibi olması, toplumda onun bir yük olarak görülmesinin önüne geçecek, yaşlılar kişiliklerinden, değerlerinden ödün vermek zorunda kalmadan, kendilerini bir köşeye atılmış çaresiz ve zavallı bir başkasının bakımına muhtaç kişiler olarak görmeden yaşamalarını sağlamak, sosyal güvenliğin bir kolu olan yaşlılık sigortasının amacını oluşturur.
IV. ÖDENEN EMEKLİ AYLIĞI GERÇEKTE KİMİN PARASIDIR?
Sosyal güvenlik hukukunda emekli maaşının/aylığının adı, yaşlılık aylığıdır. Türk sosyal güvenlik sistemi primli sistemdir. Primli sistemde verilen her hizmetin karşılığında önceden prim yatırılmış olması zorunludur. Primli sosyal güvenlik sistemlerinde karşılığında prim alınmamış bir hizmet kural olarak verilmez.
Yaşlılık ayılığı için de çalışırken yaşlılık sigortası primi kesilir. Prim aylık kazanca göre belirlenir. Prime esas aylık kazancın yüzde 20’si (yüzde 9 sigortalı yüzde 11 işveren payı) “Malullük, Yaşlılık ve Ölüm Sigortaları Primi” her ay Sosyal Güvenlik Kurumuna işveren tarafından yatırılmak zorundadır.
Yaşlılık aylığını hak kazanmak için gerekli prim gün sayısını ve yaş koşulunu gerçekleştirenler yaşlılık/emekli aylığı almaya hak kazandıklarında aldıkları aylık yatırmış oldukları primlerin karşılığı kendilerine ödenen tutardır.
Zorunlu sigortalık dönemi, yaşlılık aylığı almaya başlamakla sona erer. Emekliler 5510 sayılı yasa açısından sigortalı değildir. Sigortalı kısa ve/veya uzun erimli sigorta kollarından adına prim yatırılan veya kendi adına prim yatıran kişidir. Yaşlılık aylığı alanlar artık adlarına prim yatırılmadığı için sigortalı değillerdir. Ancak sigortalı olmasalar da sigortalıyken yatırdıkları primler nedeniyle sosyal güvenlik haklarından yararlanmaya devam ederler. Bu nedenle uygulamada çalışırken geçen sigortalık dönemi, “aktif sigortalılık”, yaşlılık aylığı alırken geçen sigortalık dönemi ise “pasif sigortalılık” olarak adlandırılır.
Her aktif sigortalı yatırdığı primlerle pasif sigortalıyı finanse etmektedir. Her pasif sigortalıda geçmişte aynı şeyi yapmıştır. Aktif sigortalı pasif sigortalı dengesinin bozulmaması için, yaşlılık aylığı primlerinde kaçak olmaması zorunludur.
Bir önceki kuşak prim ödeyip görevini tamamladıktan sonra, sonraki kuşak prim yatırmaz, eksik yatırı ise, önceki kuşağa ödenecek yaşlılık aylığı ister istemez düşecektir.
V. EMEKLİLERİN AYLIKLARI NEDEN ARTMIYOR SGK NEDEN DARDA?
1. Yaşlılık (Emeklilik Aylığı) Primlerle Finanse Edilmektedir. 2011 Yılı İtibarı İle 10 Milyon 400 Bin Kişi Kayıt Dışında Çalışmaktadır.
2011 yılında, açıklamayı yaptığı tarihte SGK başkan yardımcılığı yapan, yani SGK içinden her türlü veriye sahip bir yetkilinin vermiş olduğu rakamlara göre kayıt dışında hiç prim almadan çalışan sayısı 10 Milyon 400 bin kişidir. Sadece bu kişilerin kayıt altına alınmasıyla SGK’nin kasasına girecek para yaklaşık 24 milyardır. Bu tutarın tahsil edilmesi SGK açıklarının ortadan kalkması anlamına gelmektedir.*
2. SGK Kayıtlarında Asgari Ücretli Olarak Gösterilen 5 Milyon Kişinin 2,5 Milyonu Asgari Ücret Almakta 2,5 Milyon Kişinin Ücreti Düşük Gösterilmektedir.
SGK verileri ile TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketleri (HİA) verilerini karşılaştırarak yapılan bir araştırma kayıtlı gözüken sektörde SGK’ye gerçek ücretler üzerinden bildirim yapılmayarak prim kaçağına neden olan sigortalı sayısının 2016 yılında 2,5 milyon kişiye ulaştığını göstermiştir. Araştırmaya göre;**
a. “Sigortalı olarak asgari ücretli çalışan (tam zamanlı) sayısı 5 milyon değil, 2,5 milyondur. Diğer deyişle, 2,5 milyon çalışan asgari ücretten yüksek ücret aldığı halde, işveren tarafından asgari ücret üzerinden sigortalı gösterilmektedir.”
b. Aynı araştırmaya göre “yaklaşık 1 milyon kişi (918 bin)” gerçekte kuruma asgari ücretten bildirim yapılmış olmasına karşın asgari ücretin altında kazanç sağlamaktadır. Araştırma bu çarpık durumu “yasa gereği tam zamanlı çalışanın ücretini asgari ücret düzeyinden gösteren işverenin, çalışanının banka hesabına yatırdığı ücretin bir kısmını elden geri almasıyla” açıklamaktadır.
c. Araştırma sonunda 5,1 milyon kişinin asgari ücret ve asgari ücretin altında çalıştığı ortaya çıkmıştır.
Tüm bu verilerin bize sunduğu özet tabloya baktığımızda BES sisteminin dayandığı gerekçelerle yaşamın örtüşmediği görülmektedir.
“Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” amacı emeklilerin refah düzeylerini korumak değil daha önce KEY ve zrunlu tasarruf uygulamalarında yaşadığımız gibi çalışanlar üzerinden bu kez bireysel emeklilik şirketleri üzerinden piyasaya para aktarmak, çalışanın cebinden alıp sermayenin cebine para koymaktır.
Doğrudur, Türkiye’de tasarruf eğilimi düşüktür. Çünkü Türkiye’de çalışanların tasarruf yapacak gücü yoktur. Milyonlarca çalışan borç batağında zorunlu gereksinimlerini karşılamanın derdindedir. Borçlu olduğu için ürkek, borçlu olduğu için korkmaktadır. Gelirden yoksun kalıp borcunu ödeyememe korkusu davranışlarını yönlendirmektedir. Gelirsiz kalır, işten atılırsam korkusuyla örgütlenmekten kaçınmakta, örgütlü olan grevde gelirim kesilirse korkusuyla grevden kaçınmaktadır.
Gerçekten emekçileri düşünen bir iktidarın yapması gereken borç batağındaki çalışanlara yük getirmek değildir. Kayıtdışını ortadan kaldırmak için örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Çalışanların gasbedilen haklarını arayacakları hak arama yollarını güçlendirmektir. Çalışanlardan kesinti yerine, vergi dilimleri yükseltilmeli, vergi oranları düşürülmeli, servetten alınan vergiler arttırılarak dolaylı vergiler aşağı çekilmeli, kısaca çalışanlara sermayeden kaynak aktarımına dönük politikalar devreye sokulmalıdır.
Evrensel Gazetesi, 10.08.2016
Hükümet 01.08.2016 tarihinde Meclise “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısını” sundu.
Tasarı diyor ki;
1. Bizim ülkemizde diğer ülkelere göre insanlar harcamalarını kısıp para yeterince biriktirmiyor. Yeterince tasarruf yapmıyorlar.
2. Ben hükümet olarak yeterince tasarruf yapmayan vatandaşlarımı tasarruf yapmaya zorlayacağım.
3. Tasarruf yapmaya zorlamanın yolu olarak da bireysel emeklilik sistemini (BES) kullanacağım.
4. BES’e katılım otomatik hale gelecek. Bağımlı çalışan herkes (işçi memur, sözleşmeli personel) bağımlı çalışmaya başladığı andan itibaren bireysel emeklilik sözleşmesine de dahil edilmiş sayılacak.
5. 45 yaş altı çalışan herkes otomatik olarak bireysel emeklilik sözleşmesine dahil edilecek. Çalışanların prime esas kazancının yüzde 3’ü BES için kesilecek. Çalışan dilerse BES dahil edildiğinin kendisine bildirildiği tarihten itibaren iki ay içerisinde cayma hakkını kullanacak. Cayma hakkını kullandığında kesilen tutarlar on gün içerisinde kendisine ödenecek.
6. Tasarının gerekçesine göre BES sayesinde hem “yurt içi tasarruf oranı” artacak hem de çalışanlar emeklilik döneminde çalışırken sahip oldukları refah düzeyini korumuş olacak.
I. ÖZAL DÖNEMİNDE DE ÇALIŞANLARIN GELİRLERİNE KONUT VAADİ İLE EL KONULMUŞTU
İlginçtir çalışanların istemeseler de gelirlerinin bir kısmına yasa yoluyla konut ucuz konut vadi ile, birikmiş para vereceğiz vaadi ile el konulması örneğini 12 Eylül darbesi sonrasının Özal hükümetiyle yaşamıştık. Anımsayalım:
11 Aralık 1986 tarihli ve 3320 sayılı “Memurlar ve İşçiler ile Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkında Kanun” yayımlandı. Kanun Özal tarafından, çalışanları ev sahibi yapacağız vaadiyle sunuldu. Çalışanların parasına el konulmasına karşın el koymanın adı Konut Edindirme yardımı (KEY) olarak belirlendi. Hem çalışanların parasına el konulmasının adı yardım olarak sunuldu.
Kısaca Konut Edindirme Yardımı (KEY) olarak adlandırılan kesintiler 1995 yılına kadar 9 yıl sürdü. 9 yıl sonra fonda biriken paralar eritildi. Çalışanlar açısından beklendiği gibi sonuç tam bir hiç olmuştur.
Çalışanların gelirlerine zorla el koymanın bir diğer örneğini üzerinden sermayeye kaynak aktarmanın bir diğer örneğini 9.3.1988 tarihli ve 3417 sayılı “Çalışanların Tasarrufa Teşvik Edilmesi ve Bu Tasarrufların Değerlendirilmesine” ilişkin kanunla yaşadık. Bu kanunla da çalışanların aylık ücretlerinden yüzde 2 kesinti yapılmış bu kesintiler yüzde 3 oranında da devletin katkı yapacağı belirtilmiştir. Çalışanlardan yapılan bu kesintiler özellikle belediyeler başta olmak üzere işverenler tarafından yatırılmamış, geri ödeme aşamasında binlerce davalar açılmış, kesintiler kuşa çevrilerek kısmen denetimsiz hesapsız bir şekilde geri ödenmiştir.
II. TASARRUF YAPMA GÜCÜMÜZ YOK ÇÜNKÜ GEÇİNEBİLECEK GELİRİMİZ YOK. BORÇLA AYAKTA KALMAYA ÇALIŞIYORUZ
Şimdi de hükümet “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile vatandaşa diyor ki; “Ne olacak biraz daha dişini sık aylık ücretinin yüzde 3’ünü BES için ayır, bireysel emeklilik şirketleri aracılığı ile senin üzerinden tasarruf yapıp piyasanın gereksinim duyduğu sıcak parayı elde edeyim. Karşılığında ise sen emekli olduğunda refah düzeyin çalıştığın dönemden aşağı olmasın.”
Tasarı iki temel gerekçeye dayanıyor: tasarruf düzeyinin düşüklüğünü ortadan kaldırmak ve emeklilik döneminde çalışırken sürdürülen refah düzeyinin gerisine düşülmesini engellemek.
Önce neden tasarruf düzeyimiz düşük, gelirimiz ne nerelere harcıyoruz bir bakalım:
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK ) Ağustos haber bülteninde yayımlanan verilere göre;
1. Kazandığımız her 100 liranın 26 lirasını kira ve konut giderleri için harcıyoruz.
2. Kazandığımız her 100 liranın 20,2 lirasını gıda ve alkolsüz içecekler için harcıyoruz.
3. Kazandığımız her 100 liranın 2 lirasını sağlığa, 2,2 lirasını eğitime ayırıyoruz.
4. Alkollü içecek sigara ve tütüne 4,2, giyim ve ayakkabıya 5,2, ev eşyasına 6,1, ulaştırmaya 17, haberleşmeye 3,7, kültür ve eğlenceye 2,9, otel lokanta ve pastane için 6,4, çeşitli mal ve hizmetler için 4,3 lira harcama yapıyoruz.
2016 yılı Mayıs ayı itibarı ile Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi verilerine göre;
Banka ve banka dışı kredi kuruluşlarına bireysel krediler yoluyla 424 Milyar TL borçlanmışız.
Bu borcun yüzde 38’ini ihtiyaç kredisi olarak (161 Milyar TL), yüzde 37’sini konut kredisi olarak (157 Milyar TL), yüzde 19’nu kredi kartlarıyla (80 Milyar TL), yüzde 7’sini taşıt kredileri aracılığı (29,7 Milyar TL) ile borçlanmışız.
TÜİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçlarını 2015 yılı sonu için açıkladı. Buna göre çalışma çağında kabul edilen 15-64 yaş grubundaki kişi sayısı 53 milyon 359 bin 594 kişi.
Bu 53 milyon kişinin 26,3 milyon kişisi bireysel kredi borçlusu, 2,3 milyon kişinin konut kredi borcu var, 22,1 milyon kişi kredi kartı kullanıyor, 18,4 milyon kişi ihtiyaç ve diğer kredi borçlusu, 0,8 milyon kişi taşıt kredisi borçlusu.
(TBB) Risk Merkezi Mayıs ayı verilerine göre 2 milyon 815 bin 743 kişi bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borçlarını ödeyemiyor. 2 milyon 815 bin 743 kişi hakkında yasal takip başlatılmış. Yani 2 milyon 815 bin 743 kişi bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borcunu ödeyemediği için icralık.
Çalışma çağındaki nüfusunun yarısı borçla geçinen bir ülkede tasarruf düzeyinin düşük olmasından yakınmak en hafif değimle acımasızlıktır. Çalışma çağındaki nüfusunun yarısı borçla geçinen bir ülkede insanların gelecek kaygısını istismar ederek, emekli olduklarında yaşam refah düzeylerinin düşmesiyle tehdit ederek ücretlerinin yüzde 3’üne el konulması ise zorbalıktır.
“Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” çalışanların aylık kazançlarının yüzde 3’üne el koymasını emeklilik dönemlerinde refah düzeylerinin düşmeyeceği vaadine dayandırmıştır.
Peki ama neden bizim sosyal güvenlik sistemimiz emeklisine neden insana yakışır bir aylık verememektedir? Bu soruların yanıtlarını sistemi özetleyerek tartışmaya çalışalım:
III. EMEKLİLİK NEDİR?
Emeklilik olarak adlandırdığımız statü sosyal güvenlik hukukunda yaşlılık sigortası başlığı altında düzenlenmiştir. Aslında “emekli oldum” derken biz sosyal güvenlik hukukuna göre yaşlılık aylığı almaya hak kazandığımızı dile getirmiş oluruz.
Yaşlanmak kaçınılmazdır. İnsanlar doğar büyür yaşlanır ve ölür. Yaşlılık fizikken çalışma yetenek ve becerilerini kullanamaz hale getirdiği, kaçınılmaz bir süreç olduğu, çalışamayan insanın gelir elde etmesinin de olanaklı olmaması nedeniyle sosyal bir risk olarak kabul edilmiştir.
Anayasaya göre temel vazgeçilmez devredilmez sosyal bir hak olan sosyal güvenlik hakkı kapsamında, hiç kimse yaşlılık sigortasından vazgeçtim diyemez. Hiç kimseyle yaşlılık sigortasının kapsamında kalacak şekilde anlaşma yapılamaz. Yapılan anlaşmalarda geçersizdir. Kısaca sigortalılık zorunludur. Sigortalılığı doğuran olay gerçekleştiği anda herkes istese de istemese de sigortalı kapsamına girer.
Kaçınılmaz olan yaşlılık gerçekleştiğinde, yaşlının hiç kimseye muhtaç olmadan temel gereksinimlerini karşılayarak yaşamını sürdürmesi için bir gelire sahip olması zorunludur.
Yaşlının gelir sahibi olması, toplumda onun bir yük olarak görülmesinin önüne geçecek, yaşlılar kişiliklerinden, değerlerinden ödün vermek zorunda kalmadan, kendilerini bir köşeye atılmış çaresiz ve zavallı bir başkasının bakımına muhtaç kişiler olarak görmeden yaşamalarını sağlamak, sosyal güvenliğin bir kolu olan yaşlılık sigortasının amacını oluşturur.
IV. ÖDENEN EMEKLİ AYLIĞI GERÇEKTE KİMİN PARASIDIR?
Sosyal güvenlik hukukunda emekli maaşının/aylığının adı, yaşlılık aylığıdır. Türk sosyal güvenlik sistemi primli sistemdir. Primli sistemde verilen her hizmetin karşılığında önceden prim yatırılmış olması zorunludur. Primli sosyal güvenlik sistemlerinde karşılığında prim alınmamış bir hizmet kural olarak verilmez.
Yaşlılık ayılığı için de çalışırken yaşlılık sigortası primi kesilir. Prim aylık kazanca göre belirlenir. Prime esas aylık kazancın yüzde 20’si (yüzde 9 sigortalı yüzde 11 işveren payı) “Malullük, Yaşlılık ve Ölüm Sigortaları Primi” her ay Sosyal Güvenlik Kurumuna işveren tarafından yatırılmak zorundadır.
Yaşlılık aylığını hak kazanmak için gerekli prim gün sayısını ve yaş koşulunu gerçekleştirenler yaşlılık/emekli aylığı almaya hak kazandıklarında aldıkları aylık yatırmış oldukları primlerin karşılığı kendilerine ödenen tutardır.
Zorunlu sigortalık dönemi, yaşlılık aylığı almaya başlamakla sona erer. Emekliler 5510 sayılı yasa açısından sigortalı değildir. Sigortalı kısa ve/veya uzun erimli sigorta kollarından adına prim yatırılan veya kendi adına prim yatıran kişidir. Yaşlılık aylığı alanlar artık adlarına prim yatırılmadığı için sigortalı değillerdir. Ancak sigortalı olmasalar da sigortalıyken yatırdıkları primler nedeniyle sosyal güvenlik haklarından yararlanmaya devam ederler. Bu nedenle uygulamada çalışırken geçen sigortalık dönemi, “aktif sigortalılık”, yaşlılık aylığı alırken geçen sigortalık dönemi ise “pasif sigortalılık” olarak adlandırılır.
Her aktif sigortalı yatırdığı primlerle pasif sigortalıyı finanse etmektedir. Her pasif sigortalıda geçmişte aynı şeyi yapmıştır. Aktif sigortalı pasif sigortalı dengesinin bozulmaması için, yaşlılık aylığı primlerinde kaçak olmaması zorunludur.
Bir önceki kuşak prim ödeyip görevini tamamladıktan sonra, sonraki kuşak prim yatırmaz, eksik yatırı ise, önceki kuşağa ödenecek yaşlılık aylığı ister istemez düşecektir.
V. EMEKLİLERİN AYLIKLARI NEDEN ARTMIYOR SGK NEDEN DARDA?
1. Yaşlılık (Emeklilik Aylığı) Primlerle Finanse Edilmektedir. 2011 Yılı İtibarı İle 10 Milyon 400 Bin Kişi Kayıt Dışında Çalışmaktadır.
2011 yılında, açıklamayı yaptığı tarihte SGK başkan yardımcılığı yapan, yani SGK içinden her türlü veriye sahip bir yetkilinin vermiş olduğu rakamlara göre kayıt dışında hiç prim almadan çalışan sayısı 10 Milyon 400 bin kişidir. Sadece bu kişilerin kayıt altına alınmasıyla SGK’nin kasasına girecek para yaklaşık 24 milyardır. Bu tutarın tahsil edilmesi SGK açıklarının ortadan kalkması anlamına gelmektedir.*
2. SGK Kayıtlarında Asgari Ücretli Olarak Gösterilen 5 Milyon Kişinin 2,5 Milyonu Asgari Ücret Almakta 2,5 Milyon Kişinin Ücreti Düşük Gösterilmektedir.
SGK verileri ile TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketleri (HİA) verilerini karşılaştırarak yapılan bir araştırma kayıtlı gözüken sektörde SGK’ye gerçek ücretler üzerinden bildirim yapılmayarak prim kaçağına neden olan sigortalı sayısının 2016 yılında 2,5 milyon kişiye ulaştığını göstermiştir. Araştırmaya göre;**
a. “Sigortalı olarak asgari ücretli çalışan (tam zamanlı) sayısı 5 milyon değil, 2,5 milyondur. Diğer deyişle, 2,5 milyon çalışan asgari ücretten yüksek ücret aldığı halde, işveren tarafından asgari ücret üzerinden sigortalı gösterilmektedir.”
b. Aynı araştırmaya göre “yaklaşık 1 milyon kişi (918 bin)” gerçekte kuruma asgari ücretten bildirim yapılmış olmasına karşın asgari ücretin altında kazanç sağlamaktadır. Araştırma bu çarpık durumu “yasa gereği tam zamanlı çalışanın ücretini asgari ücret düzeyinden gösteren işverenin, çalışanının banka hesabına yatırdığı ücretin bir kısmını elden geri almasıyla” açıklamaktadır.
c. Araştırma sonunda 5,1 milyon kişinin asgari ücret ve asgari ücretin altında çalıştığı ortaya çıkmıştır.
Tüm bu verilerin bize sunduğu özet tabloya baktığımızda BES sisteminin dayandığı gerekçelerle yaşamın örtüşmediği görülmektedir.
“Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” amacı emeklilerin refah düzeylerini korumak değil daha önce KEY ve zrunlu tasarruf uygulamalarında yaşadığımız gibi çalışanlar üzerinden bu kez bireysel emeklilik şirketleri üzerinden piyasaya para aktarmak, çalışanın cebinden alıp sermayenin cebine para koymaktır.
Doğrudur, Türkiye’de tasarruf eğilimi düşüktür. Çünkü Türkiye’de çalışanların tasarruf yapacak gücü yoktur. Milyonlarca çalışan borç batağında zorunlu gereksinimlerini karşılamanın derdindedir. Borçlu olduğu için ürkek, borçlu olduğu için korkmaktadır. Gelirden yoksun kalıp borcunu ödeyememe korkusu davranışlarını yönlendirmektedir. Gelirsiz kalır, işten atılırsam korkusuyla örgütlenmekten kaçınmakta, örgütlü olan grevde gelirim kesilirse korkusuyla grevden kaçınmaktadır.
Gerçekten emekçileri düşünen bir iktidarın yapması gereken borç batağındaki çalışanlara yük getirmek değildir. Kayıtdışını ortadan kaldırmak için örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Çalışanların gasbedilen haklarını arayacakları hak arama yollarını güçlendirmektir. Çalışanlardan kesinti yerine, vergi dilimleri yükseltilmeli, vergi oranları düşürülmeli, servetten alınan vergiler arttırılarak dolaylı vergiler aşağı çekilmeli, kısaca çalışanlara sermayeden kaynak aktarımına dönük politikalar devreye sokulmalıdır.
6 Eylül 2016 Salı
Cerablus Operasyonu ışığında Suriye meselesi ekseni...
02.09.2016 Cuma
Cerablus, Mare, Rakka, PYD/YPG, ÖSO (Özgür Suriye Ordusu), SDG (Suriye Demokratik Güçleri), Afrin, muhalifler...
Bu sözler bilhassa Türkiye’nin başlattığı sınır ötesi operasyonla birlikte hemen her gün gazete ve televizyonlarda karşılaştığımız isimler olmaya başladı.
“Türkiye, İran ve Rusya ile bir ittifak mı kuruyor?” “ABD ile uzlaştı mı?” “Biden, YPG’ye ne dedi?” ve bunlara benzer sorular üzerinden konuşulan birçok algı, basit görülebilecek bir hadiseyi çok karmaşık bir noktaya artık getirmiş durumda. O zaman, tek tek ve mümkün olduğunca basite indirgeyerek Türkiye’nin Suriye operasyonunu; evvelini, şu anını ve bundan sonrasını elimizden geldiğince açıklamaya gayret edelim.
2010 yılında Arap Baharı başladığında hemen hemen bütün ülkelere sıçrayış sebeplerinin ve ilerleyişlerinin, bitişleri hariç, belli bir gidişat izlediğini söylemek mümkün. Oysa 2011 yılının Ocak ayında Arap Baharı Suriye’ye sıçradığında; ne ilerleyişi, ne gelişimi, ne de akabinde geldiği nokta diğer ülkelerin hiçbiri ile aynı olmadı. Bunun temel sebebi işin içine çok kısa zamanda etnik, mezhepsel ve dini faktörlerin girmesi; diğer süreçlerde ekseriyetlerle ittifak halinde kalan bölge dışı aktörlerin, Suriye meselesinde tavır almaya başlamaları oldu. Amerika, Rusya, Avrupa ve Türkiye’nin çıkarlarının birçok noktada çatışması ve birbirlerini kilitlemesi ile başta Suriyeli muhalifler diye anılan sürece bir de IŞİD’in eklenmesi Suriye meselesini içinden çıkılmaz bir hale getirdi.
Esad’a karşı bir çok muhalif güç denemeleri sonunda, IŞİD’in dünya kamuoyunun gözünde Esad’dan daha büyük bir sorun olduğunun idrak edilmesiyle beraber; oklar Esad’dan IŞİD’e çevrildi. Bu da Esad karşısındaki muhalefetin, dünyanın da baskısıyla öncelikli hedefinin Esad olmaktan çıkıp IŞİD’e yönelmesine sebep oldu. Suriye içindeki aktörler; Esad güçleri, YPG/PYD, Türkmenlerin de içinde bulunduğu muhalifler ve IŞİD olmak üzere dört temel güç arasında dağılmaya başladı. Doğal olarak bu gidişata müteakip her ülke de net bir şekilde çıkarları doğrultusunda tavırlarını belirledi.
Türkiye’nin önceliği sınırının güneyinde PKK uzantısı olarak değerlendirdiğimiz bir YPG/PYD koridoru oluşmaması. Diğer öncelik olarak da Esad’sız bir Suriye ve tabii ki Türkmenlerin içinde bulunduğu muhaliflerin yöneteceği bir Suriye esas alındı. Bu yüzden Türkiye, Esad’a karşı, PYD’ye karşı, IŞİD’e karşı; ÖSO ile birlikte hareket etme yolunu seçti.
ABD’nin önceliği ise IŞİD oldu. IŞİD’le mücadele etmek için Esad güçlerinin kafi olmadığını ve Esad’ın da bu iş için doğru çözüm olmadığını düşündü ve Esad’sız bir Suriye arzu etti. Türk ordusu; koalisyon hareketi ile birlikte olmayan bir müdahaleyi kabul etmediği için önünde sonunda ABD, Türkiye’nin terörist olarak değerlendirdiği YPG’yi bölgede taşeron olarak kullanmak suretiyle IŞİD’e karşı savaşmaya başladı.
Rusya önceliğini IŞİD’e verdi ancak ABD’nin aksine IŞİD’le beraber, Rusya için hem PYD hem de ÖSO, Suriye’nin gelecekteki birer alternatifi olmayacaktı. Rusya’nın önceliği birleşik, Esad yönetiminde bir Suriye oldu. İran’ın tutumu da Rusya’dan çok farklı değildi. Sadece kendi ülkesinde de sıkıntı çıkarabileceğini düşündüğü PYD/YPG unsurlarına karşı rezervini en az IŞİD’e karşı olduğu kadar net biçimde ortaya koydu.
Suriye dışındaki aktörlerin bakış açıları bu şekilde olunca, ister istemez Suriye’deki gidişat kilitlendi. Suriye içindeki faktörlerin olaylara yaklaşımı da bir bu kadar karşıktı. Esad güçleri eskisi gibi kuvvetli bir şekilde Suriye’nin tek hakimi olmak için Rusya’dan İran’dan ve mümkünse diğer ülkelerden destek bekledi. Hedef; birleşik, Esad yönetiminde, tek bir Suriye idi.
Muhalifler diye adlandırdığımız grup, içinde onlarca farklı fraksiyonu bulunduran; bütünleşik bir Suriye’den yana, Sünni Arap ağırlıklı, Türkmenlerin de içinde bulunduğu ancak bir miktar radikal grupların da belli bölgelere hakim olduğu ve ekseriyetle tek bir vücut olarak tavır göstermekte eksik kalan bir yapı olarak ortaya çıktı. Ama buna rağmen haritada azımsanmayacak bir alanda da kontrol sağladı. Amaçları birleşik ama ne pahasına olursa olsun Esad’sız bir Suriye oldu.
Daha sonraları adına DAEŞ denmeye başlanan ama ilk adının IŞİD olmasından da net bir şekilde anlaşılacağı gibi; merkezi Irak ve Suriye hattında, iki ülkenin de topraklarında hakimiyet sahibi olarak, kendince bir halifelik düzeniyle var olmaya çalışan ve vahşi terör eylemlerine imza atan, kesinlikle Esad’sız, Şiilerden ayrı ve hatta yeteri kadar kimseyi kendileri gibi görmeyen, aşırı radikalleşmiş bir zihniyetle bölgeyi yönetme noktasında hayaller içine düşen bir örgüt vardı.
Türkiye’de terör eylemlerine yıllardır devam eden kanlı terör örgütü PKK’nın Suriye’deki siyasi uzantısı olan PYD ve askeri kanadı YPG; muhalifler ve Esad’dan farklı olarak bölünmüş bir Suriye, kendilerine ait ilk etapta otonom ve netice itibariyle ülkenin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti idealiyle yola çıktı. Görüldüğü gibi; Suriye içindeki dengeler de en az dışında olduğu kadar karmaşık ve çıkarların devamlı suretle birbiriyle çatıştığı bir durumda 2011’den bugünlere kadar geldi.
Defalarca yapılan Birleşmiş Milletler ve Cenevre görüşmeleri, ABD - Rusya zirveleri, Türkiye’deki yapılan muhalefet toplantıları ve daha niceleri... Ama netice itibariyle çıkarların birbirleriyle aşırı derecede çatışmasından kendine fırsat ve alan bulan bir IŞİD gerçeği ile dünya karşı karşıya. Tüm bu hadiselerle Suriye meselesi bugünlere kadar intikal etti. Asıl sorun Türkiye’nin yaptığı operasyonun hemen öncesi, esnası ve sonrasıyla; bölgede büyük bir değişimin ne şekilde olabileceği idi.
Bütün görüşmeler, konuşmalar, ve tutumların sonrasında ABD’nin geldiği net nokta; en önemli hedefin IŞİD olduğu. Esad’lı ya da Esad’sız, YPG’li ya da YPG’siz, muhalefetle veya muhalefetsiz her türlü alternatife açık olan ama olmazsa olmazı IŞİD’siz bir Suriye’yi kendine hedef belirleyen ABD, Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı operasyona gayet sıcak baktı. Rusya’nın önceliği doğal olarak IŞİD’di. Rusya, Türkiye’nin IŞİD’i vurduğu müddetçe bölgeye müdahil olmasına taraftar olurken; Türkiye’nin YPG ile yaşayacağı sıkıntıları da çok önemseyemeyeceği yönündeki tavrını ortaya koydu. Yaptığı resmi açıklamaların dışında; Esad yöetimi bile büyük ölçüde Türkiye’nin IŞİD’e karşı bölgeye girmesinden memnun durumdaydı. Bu listeye Suriyeli muhalifler ve İran’ı da katmak gayet mümkündür.
Türkiye ise önceliğini net bir şekilde Esad’dan ziyade YPG/PYD’nin; Türkiye’nin güneyinde bir koridor kurmaması olarak belirledi ve koridorun tam ortasına denk gelen Cerablus’a bu operasyonu yaptı. Buraya kadar yaşanan hadise birçok çıkarın ortak noktada birleşmesinden dolayı oldu. Ancak asıl soru, bundan sonraki dönemin çıkarları nasıl etkileyeceğidir.
Türkiye’nin IŞİD’i vurmasında hemen herkesin mutabık olduğu bir gerçek. Ancak Türkiye YPG’ye dönük operasyonları da yapmaya başladığında; önce ABD’den bazı sesler yükselmeye başladı. ABD bir yanda NATO mütteffiki olan dostu Türkiye, diğer tarafta her zaman için bölgede bir taşeron olarak kullandığı PYD/YPG arasında kaldı. Türkiye Menbiç’e doğru yaklaşırken, bazı stratejistler Türkiye’nin muhakkak Menbiç’e girmesini ve burasının muhaliflere bırakılmasını savundu. Ancak Türkiye sınırından uzaklaşıp daha da güneye indikçe; o zaman yaşanabilecek olası hadiseler, çıkar birliklerinin çatışmaya dönebileceği noktalara gelebilir.
Bir kere ilk sorun, Menbiç’i kimin aldığı sorusunun cevabında. Menbiç’i alan SDG isimli bir örgüt. SDG ise yüzde yirmiye yakın bir kısmı Sünni Araplardan oluşan ama ekseriyeti YPG güçlerinden meydana gelmiş ve ismi yumşatılmış bir YPG hareketidir. Şunu da belirtmekte fayda var ki; ABD kongresinden bu yapıya resmi bir kaynak aktarımı da yapılmıştır.
İkinci nokta Türkiye’nin gücüyle kazanılan topraklara kimin yerleştirileceği konusu. Türkiye, Türkmenlerin ağırlıklı olduğu ÖSO’nun bu bölgeleri kontrol etmesini istiyor. Belki ilk girilen, Türkmenlerin yaşadığı ve Sünni Arapların bulunduğu yerler için bu anlaşılabilir. Ancak biraz daha ilerleyip, daha derinlere gidilir ve buralara da muhaliflerin yerleştirilmesi hususu daha belirgin bir hale gelirse; bu sefer ABD’nin YPG’den dolayı Türkiye ile yaşadığı gerginliğin üstüne; bir de Rusya ve Esad’ın muhaliflere bırakılacak topraklardan, diğer bir deyişle Esad’a karşı olan grupların, daha da güçlenerek alan kazanmasından dolayı ortaya çıkacak tedirginlik damga vuracaktır.
Türkiye gelinen aşamada Cerablus Operasyonu ile doğru bir hamle yapmış ve belli bir noktaya kadar bu operasyonun yürütülüşü itibariyle; Türkiye için tehdit olan PYD/YPG koridorunun engellenmesine büyük katkı sağlamıştır. Bu aşamasına kadar da, iç ve dış unsurlardan önemli destek görmüştür. Ancak operasyonun daha ilerlemesi birçok kişinin düşündüğünün aksine sadece Türkiye ve ABD’nin değil, daha da fazlasıyla Türkiye - Rusya ilişkilerinin gerilmesine ve netice olarak da şu anki müspet havanın menfi bir noktaya gitmesine sebep olur.
İddia edilenin aksine Türkiye’nin çok da fazla ileri gideceğini düşünmüyorum. Gidemez mi? Gider. Çünkü Türk ordusunun buna gücü fazlasıyla vardır. Ama o gidiş Türkiye’ye ne kadar çıkar sağlar, “Türkiye’nin bu yönde bir gidişle aldığı riski sağladığı çıkar karşılar mı?” asıl sual budur. Yapılan operasyon Türkiye açısından doğrudur ve gelinen nokta Türkiye açısından müspettir. Ancak daha fazla içeri girmenin, bölge içindeki dengelere daha da fazla dahil olmanın Türkiye’nin çıkarlarını tehlikeye atmaya başlayacağını düşünmekteyim.
Burak Küntay | Hurriyet
4 Eylül 2016 Pazar
ŞEHRİN BİR UCUNDAN KOŞARAK GELEN ADAM
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Kabahatim de, günahım da çoktur, ancak Allah’ın kapısından başka gidecek kapım yoktur. Hazreti İbrahim’in milletinden, İslam milletindenim. Ana dilim Türkçe. Ana dili Arapça, Farsça, Kürtçe, Malayca, Urduca, Zazaca, Gürcüce olan tüm Müslümanlarla kardeşim. Müslüman bir Rum, Müslüman bir Ermeni, Müslüman bir Rus da benim kardeşimdir. Rengi, ırkı, dili ne olursa olsun bütün insanların cennete girmesi için çalışmam gerektiğine inanırım. Elbette hidayet Allah’tandır. Bize düşenin en güzel şekilde anlatmak olduğunu bilirim.
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Karadeniz’in güney sahilinde bir şehirde doğdum. Nerede, ne zaman, nasıl ölürüm bilemiyorum. Tüm yeryüzü bana mescit kılınmış, farkındayım. Çölleri, dağları, nehirleri, denizleri aşıp dolaşmak istiyorum. Şehrin bir ucundan öteki ucuna koşarak gelen adam gibi dünyanın bir ucundan öteki ucuna koşarak gitmek istiyorum: ‘’Ey insanlar! Doğruluğu şüphe götürmeyen bu kitaba uyun.’’ Sonra aklıma birinci tekil şahıs geliyor. Olduğum yerde kalıyorum. Kendi kişisel tarihime bakıp dudaklarımdan ‘’Rabbim, beni bırakma! Rabbim, beni bağışla! Rabbim beni affet!’’ dökülüyor.
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Her yeni gün yeni bir pişmanlık ekledim belki biyografime ama ne zulme razıyım ne de zulmederim. Günahlarla dolu vadimde işbirlikçilik yoktur. Eğilmem devrin müstekbirleri karşısında. Bordro, konut ve otomobil karşılığında mesaide ilah büyütenlerden de değilim. Küresel güçler, reel politik, konjonktüre dair söylemler vız gelir tırıs gider oy pusulasını elime aldığımda ben. Baltayı taşa değil puta vururum.
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Kalmak için değil beklemek için geldiğimin farkındayım. Herkesi bulacak ölüm için kendime bir istisna yakıştırmam. Bilirim ki mülkiyet, çocuk sahibi olamayan ailelerle çocuklarına sahip olamayan ailelerin ortak derdidir. İnsan, biriktirebilir ancak sahip olamaz. Mezarlıklar biriktirdiklerini bırakanlarla doludur. Bir yetimin saçını okşayanlardan, bir yoksulu gözetenlerden, bir yolda kalmışın elinden tutanlardan, bir borçlunun yardımına koşanlardan olmaktır dileğim.
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Moğolların çocuklarına, kadınlarına ve şehirlerine karşı öfke beslemem. Bir babanın suçunu oğluna yüklemem. Kan davası gütmem. Zalimin biri kapımı çalsa buyur ederim. Yemek ve çaydan sonra anlatırım: ‘’ Bu gezegen herkese yetecek kadar geniş. Yaratılış itibarı ile hepimiz bir tarağın dişleri gibiyiz. Yağan yağmur hepimizi ıslatıyor. Butluların arasından çıkan güneş hepimizi ısıtıyor. Irkçılığın lüzumu yok. İnsanların topraktan ve sudan istifade etmesini engellemeyin. Stokçuluk yapmayın. Servet yığmayın. Allah’ın size verdiğini Allah’ın sizinle komşu kıldıklarıyla paylaşmayı bilin. Özgürlük, adalet ve refah herkesin hakkı. Köpeklerinize verdiğiniz süt fakirlerin çocuklarından çaldıklarınız olmasın. Her şehrin sokaklarını bankalarla istila etmekten vazgeçin. Para satmaktan vazgeçin. Teknolojiyi insanı öldürmek için değil yaşatmak için kullanın. İşgal ettiğiniz topraklardan çekilin. Ekini bozmayın. Yeryüzünü fesada vermeyin. Kendiniz için istemediklerinizi başkaları için de istemeyin. Kendiniz için ne istiyorsanız aynısını komşunuz için de isteyin.’’ Ben bunları söylerim, O gülüp geçer bilirim. Zalime yardım etmek, zulmüne engel olmaktır. Ben buna bilenirim.
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Bu kadar çok cep telefonu doğanın dengesini bozdu farkındayım. Çamaşır makineleri yüzünden çocuklar derelerde yüzemez oldu. Toprağa beton ekilen diyarlarda ilkbaharı balkonlarda bekleyenlerin sayısı katlanarak arttı. İçinden tramvay geçen sabahlarda kimse kimseye selam vermiyor. Her konteynır ana haber bültenlerinde patlamaya hazır bir ses bombası saklıyor içersinde. Anneler tedirgin. Bir omuz darbesiyle toplu taşıma yoldan çıkabilir. Oysa Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, o’na zulmetmez. ‘’Ey durakta otobüs bekleyenler! Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Dağılın hadi.’’
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Bir üniversite bitirmiş olmamış, bir üniversite daha bitirmiş yine olmamış, yaprak testler arasında geçen bir zaman diliminde kırkına merdiven dayamış binlerce insanın iş, aş ve eş umudunu çoktan seçmeli sınavlar sonucu gelecek bir atamaya bağlaması içler acısıdır. Otomobil önünde on beş dakika bekleyen bir mankenin aldığı ücreti o otomobilin fabrikasında çalışan bir işçinin iki yüz kırk ayda alması içler acısıdır. Çim sahada krampon içerisinde doksan dakika terleyen bir çift ayağa verilen primle pamuk tarlasında kara lastik içinde doksan gün terleyen bir çift ayağa verilen yevmiye arasından binlerce yılın emeği geçer. Rabbimiz, ‘’Bir işçi tutup çalıştırdıktan sonra ücretini vermeyen kıyamet gününde karşısında davacı olarak beni bulacak ‘’ buyurmuş. Efendimiz, ‘’İşçinin hakkını teri kurumadan veriniz’’ buyurmuş. Sonsuz salat ve selam O’na olsun. Malın servetin belirli kişilerin elinde toplandığı her düzen Ebu Leheb düzenidir.
Âlemlerin Rabbine hamdolsun Müslüman’ım. Kabahatim de, günahım da çoktur, ancak işbirlikçilik yoktur hiçbir defterimde. Hazreti İbrahim’in milletinden, İslam milletindenim. Bu ümmetin şehirlerine bomba yağdıran güçleri bu topraklara ben davet etmedim. Davet edenleri de, sessiz kalanları da, destek olanları küresel da iş başına ben getirmedim. Her seferinde şehrin bir ucundan öteki ucuna koşarak geldim ve haykırdım: ‘’ Ey İnsanlar! Allah’ın kapısından başka gidecek kapımız yoktur. Zorbalara ve işbirlikçilerine teslim olmayın.’’
MB
Mümtehine Suresi 9. Ayet
"Allah, sizi ancak, sizinle din konusunda savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için destek verenleri dost edinmekten men eder. Kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir."
-Mümtehine Suresi, 9
ŞAH-FIRAT BİR ABD OYUNU İMİŞ
Süleyman Şah Türbesini taşımamız ABD’nin bir oyunu imiş!
İktidar yanlısı medyada bugün yeni çıkıyor!
Be dostlar!!!!
BOP Eşbaşkanlınız bir ABD oyunu değil miydi?
Afganistan’a asker göndermeniz bir ABD oyunu değil miydi?
Irak’ta işgalcilere destek olmanız bir ABD oyunu değil miydi?
Suriye’de iç savaş çıkarmak ve sizin de desteklemeniz bir ABD oyunu değil miydi?
Libya’yı yıkmaya gidenlere destek olmanız bir ABD oyunu değil miydi?
Mısır’da İhvanı Müslümin’i seçime sokmanız bir ABD oyunu değil miydi?
Eşkiya ile çözüm süreci diye sizi oyalayan ve onları silahlandıran ABD değil miydi?
Bütün komşuları kaybetmeniz bir ABD oyunu değil miydi?
Batı’dan dışlanmanız bir ABD oyunu değil miydi?
Dünyada yapayalnız kalmamız bir ABD oyunu değil miydi?
Rus uçağını düşürmeniz bir ABD oyunu değil miydi?
15 Temmuz darbe girişimi bir ABD oyunu değil miydi?
İsrail ile yaptığınız rezil anlaşma bir ABD oyunu değil mi?
Fırat kalkanı harekatına sizi mecbur etmesi bir ABD oyunu değil mi?
Bunları ne zaman itiraf edeceksiniz?
ABD oyunları ile bitirildiğiniz ve sizin sebebinizle bitirildiğimiz zaman mı?
15 senedir haykırıyoruz ve bizi fitnecilikle suçluyorsunuz!
Allah sizi islah etsin!
İslah etsin!
Faizsiz Ev Ekonomisi
Yönetimin Fransız laiklik hukukuna göre, ticaretin Alman borçlar hukukuna göre, evliliğin İsviçre medeni hukukuna göre, yargının İtalyan ceza hukukuna göre tanzim edildiği bir düzende Kur’an’a göre yaşama mücadelesi veren Müslümanlarız.
Bu saydığımız alanları inancımıza göre tanzim edememe konusunda birçoğumuz sayfalarca mazeret sunabiliriz. Ama yönetiminin de, ekonomisinin de, düzeninin de bize ait olduğu evlerimizin inancımıza göre tanzim edilememesi hususunda maalesef hiçbir mazeretimiz söz konusu olmaz.
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve eğer gerçekten Mü’minlerseniz, faizden uzak durun. Şayet böyle yapmazsanız, Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı bilin.”(Bakara:278/279) ayetiyle Allah’ımızın kendisine karşı bir savaş ilanı olarak nitelendirdiği faiz belasına karşı hiç olmazsa evlerimizi, ocaklarımızı, ailemizi ve çocuklarımızı muhafaza etmek, Kur’an’a göre yaşama iddiasında olan Müslümanlar olarak üzerimizdeki en büyük farzlardandır. Aksi takdirde faizin girdiği her ev, adeta Allah’a ve Rasûlüne savaş açılmış bir cephe gibi olacaktır.
Şuurlu Müslümanlar olarak Efendimizin, “Öyle bir zaman gelecek ki, faiz yemeyen kalmayacak. Yemeyene de tozu bulaşacak.” (Ebu Dâvud) hadisiyle bizi asırlar öncesinden uyardığı faizin, hemen hemen her eve ve her keseye girdiği şu zamanlarda faiz tozunun bile giremediği evler inşa edebilmek için gayret edeceğiz.
Yuvamızı kurarken düğün ve gelinlik masrafları, salon kiraları, yeni mobilyalar ve ihtiyaçlar gibi mazeretlerle Allah’ın ve Peygamber’in (s.a.s) ismi ile başladığımız nikâhımızı banka kapılarında, kredi kuyruklarında faiz bulaştırarak kirletmeyeceğiz.
Nişan ve düğün için gerekli takıları satın alırken altının taksitle alındığı takdirde faiz olduğunu bilen Müslümanlar olarak kesinlikle böyle bir işe tenezzül etmeyeceğiz.
Daha geniş ve konforlu bir evde oturmak, daha lüks ve gösterişli bir arabaya binmek için faizhanelerin sıfır faiz ve dosya masrafı aldatmacasına kapılarak evlerimize ve ailemizi taşıdığımız bineklerimize asla kredi adı altında pazarlanan faizi bulaştırmayacağız.
Faizli bankaların kredi kartlarını kullanmaktan uzak duracağız. Zarureten kullanıyorsak ödemelerimizi zamanında yaparak kesinlikle faize düşürmeyeceğiz. Ancak bu kartlarla faiz döngüsüne bir şekilde destek olduğumuzu da unutmayacağız. Büyük faiz tehlikesi olan banka promosyonlarına asla tamah etmeyeceğiz.
Maaşlarımızı, yatırımlarımızı, kullanmadığımız birikimlerimizi kesinlikle faizli bankalarda bekletmeyeceğiz. Başka bir çare bulamazsak hiç olmazsa faizsiz finans kurumlarındaki hesaplarımıza aktaracağız.
Elektrik, su, cep telefonu ve diğer faturalarımızı ihmalkârlık yaparak faize düşürmenin, ileride binlerce kez pişman olacağımız bir hata olduğunun bilincinde olacağız.
Faizhanelerin bayram kredisi, kurban kredisi, ramazan kredisi, hac kredisi gibi tuzaklarına düşerek Allah için yaptığımız ibadetlerimize faizi ortak etmeyeceğiz.
Çeşitli zaruretlerle davalık ve mahkemelik olursak fırsatçılık yaparak gecikme faizlerine kesinlikle el uzatmayacağız. Zarar tazmini ve hak ettiğimiz değer dışında aldığımız her şeyin cehennem ateşi olarak bize geri döneceğini bileceğiz.
Sahibi olduğumuz evlerimizi, iş yerlerimizi, araçlarımızı, geliri garantiye almak ve daha çok kazanmak için asla faizhanelere kiraya vermeyeceğiz. Efendimiz’in (s.a.s) faizi alana da verene de aracılık yapana da lanet okuduğunu hatırlayarak faizli krediler için birilerine kefil ve referans olup başkasının dünyası için kendi ahiretimiz yakmayacağız.
Abdülaziz Kıranşal
Darbe...
Sözde darbe girişimi ile;
❋ İsrail-Türkiye arasında yapılan anlaşma unutturuldu.
❋ Mavi Marmara, İsrail'in ödeyeceği tazminat, Hamas'ın zayıflatılması, Hamas'ın Türkiye'deki yapılanmalarına son verilmesi, İsrailli yetkililere açılan davaların düşürülme mevzuları unutturuldu.
❋ İsrail'e KKTC üzerinden su verilmesi mevzusu unutturuldu.
❋ Terörist İsrail devletinin pilotlarına Konya'da eğitim verme mevzusu unutturuldu.
❋ Rusya'dan özür dileme, gerekirse Rus pilotun ailesine tazminat veririz, ev veririz mevzuları unutturuldu.
❋ AKP'li yandaş iş adamlarının, açıklanan Türkiye'nin en çok vergi verenler listesinde olmaması ve halkın buna tepki göstermesine engel olundu.
❋ Fransa'da olan olay ile ilgili Türkiye'deki bayrakların yarıya indirilip,Orta Doğu'da ve Türkiye'de ölen birçok insan için bunun yapılmama mevzusu unutturuldu.
❋ Suriyelilerin Türkiye vatandaşlığına geçme durumu unutturuldu.
❋ Suriyelilere TOKİ konutlarından daire verilmesi mevzusu unutturuldu.
❋ Halkın çoğunluğu, atama ile gelen Binali Yıldırım'ın Başbakanlığını onayladı.
❋ Halkın çoğunluğu, Erdoğan'a olan desteğini yineledi ve ona olan güveni tazeledi.
❋ Halkın çoğunluğu, Başkanlık Sistemine geçişin şart olduğuna ikna edildi, inandırıldı.
❋ Halkın çoğunluğu, Paralel'in varlığının gerçek olduğuna ve çok güçlü olduğuna inandırıldı.
❋ Halkın çoğunluğu, demokrasinin en doğru sistem olduğuna, ve demokrasiden başka bir çıkar yol olmadığına inandırıldı, ikna edildi.
❋ Bizi ister vatan haini, isterlerse AKP düşmanı olarak görsünler ama ben bunun darbe girişimi olduğuna değil inanmak, AKP'nin TSK içerisindeki ABD-İsrail karşıtlarını tasfiye etmek istediğini bile düşünmeye başladım.
❋ Şimdilik yazabildiklerim, anlayabildiklerim bu kadar. İlerleyen günlerde bu işin nerelere kadar uzanacağını yaşarsak göreceğiz.
❋ İsrail-Türkiye arasında yapılan anlaşma unutturuldu.
❋ Mavi Marmara, İsrail'in ödeyeceği tazminat, Hamas'ın zayıflatılması, Hamas'ın Türkiye'deki yapılanmalarına son verilmesi, İsrailli yetkililere açılan davaların düşürülme mevzuları unutturuldu.
❋ İsrail'e KKTC üzerinden su verilmesi mevzusu unutturuldu.
❋ Terörist İsrail devletinin pilotlarına Konya'da eğitim verme mevzusu unutturuldu.
❋ Rusya'dan özür dileme, gerekirse Rus pilotun ailesine tazminat veririz, ev veririz mevzuları unutturuldu.
❋ AKP'li yandaş iş adamlarının, açıklanan Türkiye'nin en çok vergi verenler listesinde olmaması ve halkın buna tepki göstermesine engel olundu.
❋ Fransa'da olan olay ile ilgili Türkiye'deki bayrakların yarıya indirilip,Orta Doğu'da ve Türkiye'de ölen birçok insan için bunun yapılmama mevzusu unutturuldu.
❋ Suriyelilerin Türkiye vatandaşlığına geçme durumu unutturuldu.
❋ Suriyelilere TOKİ konutlarından daire verilmesi mevzusu unutturuldu.
❋ Halkın çoğunluğu, atama ile gelen Binali Yıldırım'ın Başbakanlığını onayladı.
❋ Halkın çoğunluğu, Erdoğan'a olan desteğini yineledi ve ona olan güveni tazeledi.
❋ Halkın çoğunluğu, Başkanlık Sistemine geçişin şart olduğuna ikna edildi, inandırıldı.
❋ Halkın çoğunluğu, Paralel'in varlığının gerçek olduğuna ve çok güçlü olduğuna inandırıldı.
❋ Halkın çoğunluğu, demokrasinin en doğru sistem olduğuna, ve demokrasiden başka bir çıkar yol olmadığına inandırıldı, ikna edildi.
❋ Bizi ister vatan haini, isterlerse AKP düşmanı olarak görsünler ama ben bunun darbe girişimi olduğuna değil inanmak, AKP'nin TSK içerisindeki ABD-İsrail karşıtlarını tasfiye etmek istediğini bile düşünmeye başladım.
❋ Şimdilik yazabildiklerim, anlayabildiklerim bu kadar. İlerleyen günlerde bu işin nerelere kadar uzanacağını yaşarsak göreceğiz.
Lanetledim...
GARİP BİR ARKADAŞ BANA DEDİ Kİ NİYE HİÇ FETÖ YU LANETLEMİYORSUN?
BEN DE DEDİM Kİ BEN FETÖ YU LANETLEYELI ÇOK OLDU!
DEDİ NASIL?
BEN ONU ILIMLI İSLAM DEYİNCE LANETLEDIM!
DİNLER ARASI DİYALOG DEYİNCE LANETLEDIM!
MEDENİYET LER İTTİFAKI DEYİNCE LANETLEDIM!
BAŞÖRTÜSÜ FRUATTIR DEYİNCE LANETLEDIM!
EHLİ KİTABI DA CENNETLIK EDİNCE LANETLEDIM!
PAPANIN ELİNİ OPTURUNCE LANETLEDIM!
PAPA HZ LERİ DEYİNCE LANETLEDIM!
İSRAİL OTORİTESİ DEYİNCE LANETLEDIM!
İSRAİL DE ÖLEN ÇOCUKLARA ÜZÜLÜYORUM DEYİNCE LANETLEDIM!
TÜRKÇE OLİMPİYATLARI İLE HARAMLARI HELAL EDİNCE LANETLEDIM!
PEKİ SEN O ZAMAN LAR NERDE İDİN DEDİM?
SES ETMEDİ!
AKLIMA EY İMAN EDENLER İMAN EDİN AYETİ GELDİ .
Alıntı.
BEN DE DEDİM Kİ BEN FETÖ YU LANETLEYELI ÇOK OLDU!
DEDİ NASIL?
BEN ONU ILIMLI İSLAM DEYİNCE LANETLEDIM!
DİNLER ARASI DİYALOG DEYİNCE LANETLEDIM!
MEDENİYET LER İTTİFAKI DEYİNCE LANETLEDIM!
BAŞÖRTÜSÜ FRUATTIR DEYİNCE LANETLEDIM!
EHLİ KİTABI DA CENNETLIK EDİNCE LANETLEDIM!
PAPANIN ELİNİ OPTURUNCE LANETLEDIM!
PAPA HZ LERİ DEYİNCE LANETLEDIM!
İSRAİL OTORİTESİ DEYİNCE LANETLEDIM!
İSRAİL DE ÖLEN ÇOCUKLARA ÜZÜLÜYORUM DEYİNCE LANETLEDIM!
TÜRKÇE OLİMPİYATLARI İLE HARAMLARI HELAL EDİNCE LANETLEDIM!
PEKİ SEN O ZAMAN LAR NERDE İDİN DEDİM?
SES ETMEDİ!
AKLIMA EY İMAN EDENLER İMAN EDİN AYETİ GELDİ .
Alıntı.
Suriye Batakligi
AKP iktidarının tankları Cerablus’a sürmesi tam anlamıyla bir fahişe makyajıdır. Tümüyle batağa saplanmış iç politikayı halka unutturma ve harap ettiği dış politikayı Suriye üzerinden ucuzundan kurtarma kaygısı içeriyor. Diğer bir açıdan bakarsak cemaatin kanlı amok koşusunun aslında ısmarlama olduğu, içerideki siyasi kargaşaya rağmen, Cerabulus çıkarmasıyla açık edildi. Yani AKP hükümeti Suriye politikasında Ahmet Davutoğlu ile batağa battı. İçeride telaş yaptı ve Amerika’nın piyonu cemaate erken bastı. Rusya ile bozulan ilişkileri düzeltip yeniden ev ödevine geri döndü. Ama bunun kendi tabanı hariç hiç kimsenin gözünde inandırıcılığı yok. Çünkü tarihsel açıdan köksüz bir iktidarın akıl güdüklüğüne dönük bir telafi hamlesinden başka bir şey değildir.
Metin Kondel
Metin Kondel
ÇİRKİN KADIN YOKTUR MUHAFAZAKÂRLAŞAN KADIN VARDIR
mb (anadolu gençlik dergisi, eylül 2015)
Yumurta, babadan gelen X gonozomunu taşıyan gametle birleşince, bir dizi hücre bölünmesi ve gen işleyişinde farklılaşma içeren olaylar dizisinin ardından dişi olarak dünyaya gelmek kaçınılmazdır. Övünmeyi ya da üzülmeyi gerektirecek bir olay söz konusu değildir. Zaten mayoz, crossing-over ve döllenmeye müdahale edebilecek durumda da değilsiniz. Kadın ya da erkek olmak biraz morfolojik, biraz anatomik, biraz fizyolojik farklılıkla ilgilidir. Kim ne derse desin mesele bazı hormonlar ile bazı organların farklı oluşudur ve insan türü şimdilik bölünerek çoğalamadığı için sonraki neslin oluşumunda en azından gamet düzeyinde kadın ve erkek birbirine muhtaçtır. Tabi bunu söylerken Hazreti İsa (as)`ın partenogenezle yani döllenmemiş yumurtadan dünyaya gelmiş olma ihtimali de yadsınamaz.
Kadın ve erkek farklıdır. Aynı zamanda tek yumurta ikizleri hariç bütün kadınlar ve bütün erkekler birbirinden farklıdır. Buna hepsini birbirine benzettiğimiz çekik gözlü ırkların mensupları da dâhildir. “Bütün erkekler birbirinin aynıdır” önermesi doğru olmadığı gibi bütün kadınların da birbirinin aynısı olmaması elbette geleceğe dair bir ümit nedenidir ve bu bileşik cümlede kadın ve erkek öznesi rahatlıkla yer değiştirebileceği için bir aşağılama söz konusu değildir. Rahat olun, öncelikle birbirimizi doğru anlayalım.
Biyolojik olarak, Türk olmak, Kürt olmak, Ermeni ya da Rum olmak iyi ya da kötü olmak olarak ifade edilemez. Birilerinin kendi ırkını merkeze alıp seçilmişlik iddiasında bulunması, elbette aynı orijinden gelen azıcık uzak akrabalarına karşı en hafif tabirle ayıp etmesidir. Bu seçilmişlik iddiasına verilen isim faşizmdir, iddia sahibine de faşist denilmektedir. Örneğin Ísrailoğulları'nın seçilmiş bir kavim olduğunu ileri sürenler için bu sıfat kullanılabilir, elbette Ísrailoğulları'na mensup bütün insanlara karşı aynı tavrı almak da bir nevi faşistliktir. Yine, biyolojik olarak kadın ya da erkek olmak da iyi ya da kötü olmak anlamına gelmeyecektir. Elbette Antony Standen'in de dediği gibi, biyoloji iyi bir domuz hakkında fikir sahibi olmamıza yardımcı olabilir, ancak bir kadının ya da erkeğin iyi olup olmadığı konusunda en ufak bir yargı ortaya koyamaz.
Bir kız çocuğunun annesi tarafından “kocası olacak adama karşı” tam teçhizatlı yetiştirilmesi ne kadar iyi niyet içeriyorsa, bir erkeğin de “kadının iyisi altı ay yaşar” cümlesini kurgulaması o kadar iyi niyet içerir. Kadın da erkek de doğduklarında bakıma muhtaçtırlar, feminist olmak da ataerkil geleneği kutsamak da bu gerçeği değiştiremez. Aynı şekilde zamanın ilerleyişi kadın ya da erkek vücudunu çürütür ve onları gündelik ihtiyaçlarında başka insanlardan destek almak zorunda bırakır. Hele bir de engelli olarak doğma ya da sonradan engelli olma durumları vardır ki bunun düşüncesi bile insana acizliğini gayet net göstermektedir. İntihara yatkın olmayan ya da genlerinin gelecekte farklı genlerle oluşturacağı kombinasyonlara dair umut bağlayan herkes birlikte yaşamaya mecbur olduğumuzun farkındadır.
Feministler, “her kadın bir çiçektir” gibi kadının naifliğine dair vurgu iddiasında olan cümleleri bilakis kadını küçük görmek addetmektedirler. Kadın vücudu erkek vücuduna göre daha zayıf kaslar içerse de bir kadın da rahatlıkla sanayi devriminin ürünü kitle imha silahlarıyla acımasızca katliamlara ortak olabilir. Zayıf bırakılmış kadınların, çocukların ve yaşlıların yaşadığı bir şehri bombalayan pilotun erkek değil de kadın oluşu daha az incitici olmayacaktır. Hele hele o kadın pilotun adının tarihe savaş uçağı kullanan ilk kadın olarak bir başarı notu düşülmesinin saçmalığı su götürmezdir.
Kapitalizm, insan varlığı karşısında kitle imha silahlarından daha tehlikelidir ve insan etini, sütünü, el emeğini, alın terini en son noktaya kadar sömürmeyi esas alır. Kapitalist bir düzende sermaye karşısında insan itaatkâr olmalıdır ki işler yürüsün. Kadın ve erkeğin iyi günde - kötü günde birlikteliği elbette servet sahiplerinin işine gelmeyecektir. Sermaye, insanı karşısında yapayalnız görmek ister. Kadın ve erkek ne kadar birbirine düşman kesilirse kontrol edilmeleri o kadar kolaylaşır. Kapitalist anlayışın zirve yaptığı toplumlarda ailenin de çözülmüş olması bir tesadüf değildir. Hatta kadın ya da erkeğin, bırakın geniş bir aile olmayı, çekirdek aileyi bile dinamitleyen eşcinsellik tercihi kapitalizm tarafından kutsanır. İnsan ne kadar yalnız ise sömürmek o kadar kolaydır.
Bireysel hak ve özgürlükler kavramı kulağa hoş gelir. Dünyanın en zengin yüz kişisinin toplam serveti en yoksul üç buçuk milyar insanın servetinden daha fazladır ancak üç buçuk milyar yoksulun birlikteliği karşısında yüz kişi çaresizdir. Sermaye, kalabalık birlikteliklere karşı çözümü tüm yoksulların kulaklarına birey olduklarını, geleneğin saçmalığını, kadının özgürlüğünü, ebeveynlerin ceberrutluğunu ve toplumsal prangalardan kurtulmaları gerektiğini aşılamakta bulmuştur. Köyünü, toprağını, koyununu kuzusunu terk eden kadın ve erkek modern kentlerde çok uluslu şirketlerin köleleri haline gelmişlerdir. Patronun muhatabı aile değil çalışandır. İnek sağmaktan ya da toprağını işlemekten kurtulup bilgisayar başında “özgürleşen” kadın ve erkeğin aç kalmamak için sermayenin emrinden çalışmaktan başka seçenekleri yoktur. Öte yandan çocuklar en iyi okullarda okumalı, en prestijli diplomalarla sermaye sahiplerinin gözüne girmelidir. Durumun bir kölelik olduğunun farkına varan çiftler, “böyle acımasız bir dünyaya çocuk getirmek suçtur” moduna çoktan girmişlerdir.
Yeryüzünde hem nimetler ve hem de külfetler vardır. Kadın ve erkek nimete ortak olmak istedikleri gibi külfeti de paylaşmalıdırlar. Nimetin belirli ellerde toplanmasına ve de külfetin geniş yoksul kitlelerin omuzlarına vurulmasına karşı tavır almak için insan olmak yeterlidir. Mesele cinsiyet meselesi değildir. Zulme ortak olan bir erkek insanlıktan nasibini ne kadar almışsa zulme ortak olan bir kadın da insanlıktan nasibini o kadar almıştır. Zalim zalimdir, ister Ebu Leheb olsun ister karısı.
İnsan yaşama çıplak olarak başlar. Yaşamak için önce ana sütüne ihtiyaç duyar. Sonra her insanın suya, yiyeceğe, sıcaktan ve soğuktan korunmak için giyeceği, güvenli bir ortamda uyuyabilmek için meskene ihtiyacı vardır. Yeryüzü, bırakın yedi milyar insanı, toplam nüfus yirmi yedi milyar da olsa bu ihtiyaçlara cevap verecek donanımdadır. Íhtiyaçlarını sınırsız, kaynakları da sınırlı addeden kadın ve erkek elbette açgözlüdür ve acımasızdır. Açgözlülük ve acımasızlık kadını da erkeği de çirkinleştirir. Kozmetik için bir yılda harcanan paranın yeryüzünde açlığı önleyecek miktarda olması da tesadüf değildir. Komşusu açken tok yatmaktan ar eden kadın ve erkeklerin kalpleri ise güzelliklerine güzellik katar.
İslam, kadın ve erkeğe bir tekliftir. Müslüman olmak, kadın ve erkeğin sırtından yaşamı zorlaştıran ağır yükleri indirir, kadın ve erkeği prangalarından kurtarır ve bütün zincirleri kırıp atmalarına imkân verir. Peygamberlerin gönderiliş sebebi de vahyin çağrısı da budur. Oysa, namazı ekonomiye müdahale ettirmeyen bir ideoloji olan muhafazakârlık, tam tersine yaşamı zorlaştıran yükleri hem de Allah adına din bağıyla kadın ve erkeğin sırtına sarıp sarmalar. İşte bu aldatıcıların insanları Allah ile aldatmasıdır. Kadının ve erkeğin diğer kadın ve erkeklere rağmen servet yığmasına, konfor içinde yaşamasına ve hazzı putlaştırmasına müdahale etmeyen bir din elbette afyondur. Dün olduğu gibi bugün için de Müslüman kadın ve erkeği bekleyen en büyük tehlike muhafazakârlaşmadır. Kur`an-ı Kerim bize muhafazakâr adamlara ve kadınlara karşı mücahede eden peygamberleri anlatır.
Maun süresinde Allah'ı, kitaplarını ve peygamberlerini yalanlayanlar olarak, yoksulu doyurmaya yanaşmayan, yetimi itip kakan, maun'a - en küçük yardıma engel olan namazlı abdestli kadınlardan ve erkeklerden bahsedilir. Bugün yeryüzünde patlayan bombaların, dökülen kanın, akan gözyaşının, açlık ve sefaletin ardında ırkçı emperyalizmin üçlüsü ABD, AB ve Ísrail vardır. Yine bugün birçok erkeğin ve kadının namazı bu üçlü ile birlikte hareket etmeye engel olmamaktadır ve yine bugün birçok erkeğin ve kadının tesettürü aynı ülkelerle stratejik ortaklığa da engel değildir. Allah, yeryüzünü muhafazakâr kadın ve erkeklerin şerrinden korusun.
Yumurta, babadan gelen X gonozomunu taşıyan gametle birleşince, bir dizi hücre bölünmesi ve gen işleyişinde farklılaşma içeren olaylar dizisinin ardından dişi olarak dünyaya gelmek kaçınılmazdır. Övünmeyi ya da üzülmeyi gerektirecek bir olay söz konusu değildir. Zaten mayoz, crossing-over ve döllenmeye müdahale edebilecek durumda da değilsiniz. Kadın ya da erkek olmak biraz morfolojik, biraz anatomik, biraz fizyolojik farklılıkla ilgilidir. Kim ne derse desin mesele bazı hormonlar ile bazı organların farklı oluşudur ve insan türü şimdilik bölünerek çoğalamadığı için sonraki neslin oluşumunda en azından gamet düzeyinde kadın ve erkek birbirine muhtaçtır. Tabi bunu söylerken Hazreti İsa (as)`ın partenogenezle yani döllenmemiş yumurtadan dünyaya gelmiş olma ihtimali de yadsınamaz.
Kadın ve erkek farklıdır. Aynı zamanda tek yumurta ikizleri hariç bütün kadınlar ve bütün erkekler birbirinden farklıdır. Buna hepsini birbirine benzettiğimiz çekik gözlü ırkların mensupları da dâhildir. “Bütün erkekler birbirinin aynıdır” önermesi doğru olmadığı gibi bütün kadınların da birbirinin aynısı olmaması elbette geleceğe dair bir ümit nedenidir ve bu bileşik cümlede kadın ve erkek öznesi rahatlıkla yer değiştirebileceği için bir aşağılama söz konusu değildir. Rahat olun, öncelikle birbirimizi doğru anlayalım.
Biyolojik olarak, Türk olmak, Kürt olmak, Ermeni ya da Rum olmak iyi ya da kötü olmak olarak ifade edilemez. Birilerinin kendi ırkını merkeze alıp seçilmişlik iddiasında bulunması, elbette aynı orijinden gelen azıcık uzak akrabalarına karşı en hafif tabirle ayıp etmesidir. Bu seçilmişlik iddiasına verilen isim faşizmdir, iddia sahibine de faşist denilmektedir. Örneğin Ísrailoğulları'nın seçilmiş bir kavim olduğunu ileri sürenler için bu sıfat kullanılabilir, elbette Ísrailoğulları'na mensup bütün insanlara karşı aynı tavrı almak da bir nevi faşistliktir. Yine, biyolojik olarak kadın ya da erkek olmak da iyi ya da kötü olmak anlamına gelmeyecektir. Elbette Antony Standen'in de dediği gibi, biyoloji iyi bir domuz hakkında fikir sahibi olmamıza yardımcı olabilir, ancak bir kadının ya da erkeğin iyi olup olmadığı konusunda en ufak bir yargı ortaya koyamaz.
Bir kız çocuğunun annesi tarafından “kocası olacak adama karşı” tam teçhizatlı yetiştirilmesi ne kadar iyi niyet içeriyorsa, bir erkeğin de “kadının iyisi altı ay yaşar” cümlesini kurgulaması o kadar iyi niyet içerir. Kadın da erkek de doğduklarında bakıma muhtaçtırlar, feminist olmak da ataerkil geleneği kutsamak da bu gerçeği değiştiremez. Aynı şekilde zamanın ilerleyişi kadın ya da erkek vücudunu çürütür ve onları gündelik ihtiyaçlarında başka insanlardan destek almak zorunda bırakır. Hele bir de engelli olarak doğma ya da sonradan engelli olma durumları vardır ki bunun düşüncesi bile insana acizliğini gayet net göstermektedir. İntihara yatkın olmayan ya da genlerinin gelecekte farklı genlerle oluşturacağı kombinasyonlara dair umut bağlayan herkes birlikte yaşamaya mecbur olduğumuzun farkındadır.
Feministler, “her kadın bir çiçektir” gibi kadının naifliğine dair vurgu iddiasında olan cümleleri bilakis kadını küçük görmek addetmektedirler. Kadın vücudu erkek vücuduna göre daha zayıf kaslar içerse de bir kadın da rahatlıkla sanayi devriminin ürünü kitle imha silahlarıyla acımasızca katliamlara ortak olabilir. Zayıf bırakılmış kadınların, çocukların ve yaşlıların yaşadığı bir şehri bombalayan pilotun erkek değil de kadın oluşu daha az incitici olmayacaktır. Hele hele o kadın pilotun adının tarihe savaş uçağı kullanan ilk kadın olarak bir başarı notu düşülmesinin saçmalığı su götürmezdir.
Kapitalizm, insan varlığı karşısında kitle imha silahlarından daha tehlikelidir ve insan etini, sütünü, el emeğini, alın terini en son noktaya kadar sömürmeyi esas alır. Kapitalist bir düzende sermaye karşısında insan itaatkâr olmalıdır ki işler yürüsün. Kadın ve erkeğin iyi günde - kötü günde birlikteliği elbette servet sahiplerinin işine gelmeyecektir. Sermaye, insanı karşısında yapayalnız görmek ister. Kadın ve erkek ne kadar birbirine düşman kesilirse kontrol edilmeleri o kadar kolaylaşır. Kapitalist anlayışın zirve yaptığı toplumlarda ailenin de çözülmüş olması bir tesadüf değildir. Hatta kadın ya da erkeğin, bırakın geniş bir aile olmayı, çekirdek aileyi bile dinamitleyen eşcinsellik tercihi kapitalizm tarafından kutsanır. İnsan ne kadar yalnız ise sömürmek o kadar kolaydır.
Bireysel hak ve özgürlükler kavramı kulağa hoş gelir. Dünyanın en zengin yüz kişisinin toplam serveti en yoksul üç buçuk milyar insanın servetinden daha fazladır ancak üç buçuk milyar yoksulun birlikteliği karşısında yüz kişi çaresizdir. Sermaye, kalabalık birlikteliklere karşı çözümü tüm yoksulların kulaklarına birey olduklarını, geleneğin saçmalığını, kadının özgürlüğünü, ebeveynlerin ceberrutluğunu ve toplumsal prangalardan kurtulmaları gerektiğini aşılamakta bulmuştur. Köyünü, toprağını, koyununu kuzusunu terk eden kadın ve erkek modern kentlerde çok uluslu şirketlerin köleleri haline gelmişlerdir. Patronun muhatabı aile değil çalışandır. İnek sağmaktan ya da toprağını işlemekten kurtulup bilgisayar başında “özgürleşen” kadın ve erkeğin aç kalmamak için sermayenin emrinden çalışmaktan başka seçenekleri yoktur. Öte yandan çocuklar en iyi okullarda okumalı, en prestijli diplomalarla sermaye sahiplerinin gözüne girmelidir. Durumun bir kölelik olduğunun farkına varan çiftler, “böyle acımasız bir dünyaya çocuk getirmek suçtur” moduna çoktan girmişlerdir.
Yeryüzünde hem nimetler ve hem de külfetler vardır. Kadın ve erkek nimete ortak olmak istedikleri gibi külfeti de paylaşmalıdırlar. Nimetin belirli ellerde toplanmasına ve de külfetin geniş yoksul kitlelerin omuzlarına vurulmasına karşı tavır almak için insan olmak yeterlidir. Mesele cinsiyet meselesi değildir. Zulme ortak olan bir erkek insanlıktan nasibini ne kadar almışsa zulme ortak olan bir kadın da insanlıktan nasibini o kadar almıştır. Zalim zalimdir, ister Ebu Leheb olsun ister karısı.
İnsan yaşama çıplak olarak başlar. Yaşamak için önce ana sütüne ihtiyaç duyar. Sonra her insanın suya, yiyeceğe, sıcaktan ve soğuktan korunmak için giyeceği, güvenli bir ortamda uyuyabilmek için meskene ihtiyacı vardır. Yeryüzü, bırakın yedi milyar insanı, toplam nüfus yirmi yedi milyar da olsa bu ihtiyaçlara cevap verecek donanımdadır. Íhtiyaçlarını sınırsız, kaynakları da sınırlı addeden kadın ve erkek elbette açgözlüdür ve acımasızdır. Açgözlülük ve acımasızlık kadını da erkeği de çirkinleştirir. Kozmetik için bir yılda harcanan paranın yeryüzünde açlığı önleyecek miktarda olması da tesadüf değildir. Komşusu açken tok yatmaktan ar eden kadın ve erkeklerin kalpleri ise güzelliklerine güzellik katar.
İslam, kadın ve erkeğe bir tekliftir. Müslüman olmak, kadın ve erkeğin sırtından yaşamı zorlaştıran ağır yükleri indirir, kadın ve erkeği prangalarından kurtarır ve bütün zincirleri kırıp atmalarına imkân verir. Peygamberlerin gönderiliş sebebi de vahyin çağrısı da budur. Oysa, namazı ekonomiye müdahale ettirmeyen bir ideoloji olan muhafazakârlık, tam tersine yaşamı zorlaştıran yükleri hem de Allah adına din bağıyla kadın ve erkeğin sırtına sarıp sarmalar. İşte bu aldatıcıların insanları Allah ile aldatmasıdır. Kadının ve erkeğin diğer kadın ve erkeklere rağmen servet yığmasına, konfor içinde yaşamasına ve hazzı putlaştırmasına müdahale etmeyen bir din elbette afyondur. Dün olduğu gibi bugün için de Müslüman kadın ve erkeği bekleyen en büyük tehlike muhafazakârlaşmadır. Kur`an-ı Kerim bize muhafazakâr adamlara ve kadınlara karşı mücahede eden peygamberleri anlatır.
Maun süresinde Allah'ı, kitaplarını ve peygamberlerini yalanlayanlar olarak, yoksulu doyurmaya yanaşmayan, yetimi itip kakan, maun'a - en küçük yardıma engel olan namazlı abdestli kadınlardan ve erkeklerden bahsedilir. Bugün yeryüzünde patlayan bombaların, dökülen kanın, akan gözyaşının, açlık ve sefaletin ardında ırkçı emperyalizmin üçlüsü ABD, AB ve Ísrail vardır. Yine bugün birçok erkeğin ve kadının namazı bu üçlü ile birlikte hareket etmeye engel olmamaktadır ve yine bugün birçok erkeğin ve kadının tesettürü aynı ülkelerle stratejik ortaklığa da engel değildir. Allah, yeryüzünü muhafazakâr kadın ve erkeklerin şerrinden korusun.
Medyanin U donusleri.
Gazetelerimizin U dönüşleri
1- Çözüm süreci
2- Cemaat
3- Ergenekon
4- Mavi Marmara
5- Suriye
6- Rusya
7- Avrupa Birliği
8- İsrail
Ve Top 10 listemize Şah Fırat Operasyonu 9 numaradan giriş yapıyor...
Ve sizin U yapıp döndüğünüz noktada biz başından beri bekliyoruz.
Az yavaş dönün başımız dönüyor, yetişemiyoruz...
1- Çözüm süreci
2- Cemaat
3- Ergenekon
4- Mavi Marmara
5- Suriye
6- Rusya
7- Avrupa Birliği
8- İsrail
Ve Top 10 listemize Şah Fırat Operasyonu 9 numaradan giriş yapıyor...
Ve sizin U yapıp döndüğünüz noktada biz başından beri bekliyoruz.
Az yavaş dönün başımız dönüyor, yetişemiyoruz...
Suriye Batakligi
Suriye tam bir bataklık. Çıkmazları olan. Ne yana dönülürse dönülsün içinden çıkılmayacak kadar karmaşık. Amerika, Rusya, İsrail, AB ülkeleri, Türkiye, İran, Arap ülkelerinin tamamı burada. Doğrudan ya da dolaylı. Hemen her ülkenin bir ilişki bağı var. Bir yanı suçlamak diğerini yok saymak da insanı doğru sonuçlara götürmez. Ancak şunu belirtmek durumundayız ki bütün hesaplar İsrail’in güvenliği içindir.
ALİHAYDAR HAKSAL
MİLLİ GAZETE
ALİHAYDAR HAKSAL
MİLLİ GAZETE
Sultan Alparslan ..
Sultan Alpaslan 'efendim romen diyojenin ordusu çok güçlü savaş mı açalım anlaşmak lazım' demedi
Malazgirt zaferimiz mübarek olsun.
Malazgirt zaferimiz mübarek olsun.
Milli Görüş...
1. İktidar bir politika belirler.
2. Saadet, iktidarı uyarır, tepki görür.
3. Politika başarısız olur ve Saadet haklı çıkar.
4. İktidar kandırıldık der.
2. Saadet, iktidarı uyarır, tepki görür.
3. Politika başarısız olur ve Saadet haklı çıkar.
4. İktidar kandırıldık der.
Yusuf (AS)
Yusufu Kuyuya atan batıl(yahuda) bu iş tamam dedi ama DAVANIN sahibi o tuzlu kuyuda sabırla bekleyen Yusuf'a bir kafile getirdi Mısır'a hükümdar yaptı-:-
milli görüşü kuyuya attıklarını sananlar büyük yanılgı içindeler tek beklenen hakkı tercih eden feraset sahibi kafilenin sandık başına gelmesi...
milli görüşü kuyuya attıklarını sananlar büyük yanılgı içindeler tek beklenen hakkı tercih eden feraset sahibi kafilenin sandık başına gelmesi...
Faiz Belası...
Bir bankadan faizli kredi çekmesi için birisine kefil olmak demek, başkalarının dünyası için kendi ahiretini mahvetmek demektir.
Abdülaziz Kıranşal
Abdülaziz Kıranşal
Mücadele !
Bizi üzen şey, hocalarımızın ح harfinin çıkartılması için verdikleri mücadeleyi; faize, küresel zulme ve zalimlerle olan stratejik ortaklıklara karşı حرام(haram) demekte göstermemeleridir.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
