17 Aralık 2016 Cumartesi

Halep Ne Zaman Düştü..


Tarihin en acı dönemlerinden birisini daha yaşıyoruz. Göz göre göre koca bir millet yok oluyor… Milyonlar perişan...
Bugün bize düşen de sadece bu acılara ağlamak, üzülmek, kendi kendimize dövünmek oldu.
Tabi bugün bu konuyu konuşmakla giden canlar, yok olan Halep geri gelmeyecek, ama yeni yanlışların önüne geçilmesine vesile olabilirse ne mutlu.
Hatırlayacaksınız, beş yıl önce ülke olarak var gücümüzle Suriye’de savaş için destek vermiştik. Bir “Eğit Donat Projesi” vardı. Ne demekti bu
Eğit; adam öldürme eğitimi vermek, donat; adam öldürecek teçhizatla, silahla donat demekti. Onlara barışı telkin etmek bir yana, ABD – Türkiye iş birliğinde bu projeyle Suriyeli muhaliflere adam öldürme eğitimi verildi.
Sonuçta geldiğimiz nokta ortada, 6 yıl sonra hak ile yeksan olan koca bir kadim medeniyetin içler acısı hali!
Bugün toplumumuz tüm felaketlere rağmen Halep’e sahip çıkma konusunda büyük duyarlılık gösteriyor.
Savaş çığırtkanlığı yapan, ne olursa olsun “Savaş! Savaş!” diyen STK’ların ve aydın kesimin geldiği durum içler acısı.
Halep’e sahip çıkmak üzere başlatılan konvoy çok güzel, duyarlılık oluşturma açısından önemli.
Ama ne gariptir ki bu konvoy ile adeta bugüne kadar hükümetin bu yanlış politikasına çanak tutanlar araçların kornalarına basacak, katil Beşşar Esad korna seslerimizi, “Duyup ürkecek de Halep’teki katliamdan, insanlık dışı vahşetten vazgeçecek” düşüncesindeler.
Bize göre bu, bugüne kadarki sürdürülen yanlışlara macun çekme çabasından ve bu hatalı tutum içinde davrananların günah çıkarma eyleminden başka bir şey değildir.
***
Bu arada hemen belirtmeliyiz ki İstanbul’daki patlama ve Halep’in bir anda gündeme gelmesi de düşündürücüdür.
Olağanüstü günler yaşanırken, Türkiye’nin namusu olarak görülen Mavi Marmara davası düşürülmekte, anayasa değişikliği yapılmakta, dövizdeki artışla fakirleşme süreci yaşanmakta buna mukabil bir taraftan da bunların üzerine sanki bir macun çekilmekte.
***
Halep neden düştü Açık net ifadeyle Türkiye, Rusya ile anlaştığı için düştü. Rusya ile anlaşınca Rusya’nın müttefiki olan Suriye rejimi ile de zımnen anlaşmış oldu.
Rusya ile anlaştıktan sonra Fırat Kalkanı Operasyonu başladı. Türkiye Suriye’ye girerek PYD’nin devlet olmasını önledi. Karşılığında da Beşşar’ın Halep’i almasına göz yumdu. İşin özü budur.
O yüzden Türkiye bugün acınacak halde. Zımnen Beşşar Esad’a, “İstediğini kov, biz onları kabul ederiz” denilerek, katliama maruz kalanların tahliyesini sağlamak büyük bir zafermiş gibi gösteriliyor.
Savaş çığırtkanlığı yapanların Halep tutumu, ana babasına hiç sahip çıkmayan evladın, ana babası öldükten sonra, “Eyvah! Anam olsaydı hizmet ederdim” diye ağıt yakmasına benzemektedir. Milyonlarca insan vatanından koparılırken, yüz binlercesi hayatını kaybederken sessiz kalanların bugün avazları çıktığı kadar bağırmaları çok geç kalınmış bir eylemdir. Bugünkü ağıt, cenaze ağıtıdır.
***
İsrail ve Rusya ile barış için çaba sarf edilirken keşke yarısı kadar da Suriye için yapılsaydı belki bu durum hiç yaşanmayacaktı.
Halep için ülke çapında korna eşliğinde gıda yardımları, bir yandan 100 bin Âyet’el Kürsi, 1 milyon salavat kampanyası ile yattığımız yataktan cep telefonu tuşlarıyla cihat etmek.
Ey STK’cı dostlar! Keşke bu ağıt kampanyasını bu duyarlılığı savaşı durdurmak için savaş başlamadan önce sadece Halep değil, tüm Suriye yok olmadan önce yapsaydınız.
Biliyoruz bu lafların şimdi sırası mı diyenler olacak ama gerçekler acıdır.  Başka zaman tekrar etmesin diyedir uyarımız.
Tahliyeler gerçekleştiriliyor diye müjdeler uçuşuyor…
Hâlbuki tahliye ölümden de öte bir çeşit soykırımdır.
Sormak istiyorum Halep için yas tutan mazlum dostu kardeşlerime!
Halep, ne zaman düştü
Halep, Rusya ile anlaştığımız gün düştü.
Halep, Fırat Kalkan’ına giriştiğimiz gün düştü.
Halep, PYD karşılığında, muhalifleri sattığımız gün düştü.
Halep, mülteciler gelmesin diye kapıyı kapattığımız gün düştü.
Halep, sınıra beton duvarlar ördüğümüz gün düştü.
Halep,  Mavi Marmara’yı sattığımız gün düştü.
Halep, Güvenliği Ergenekon’a teslim ettiğimiz gün düştü.
Halep, Perinçek’le iş tuttuğumuz gün düştü.
Halep, içişlerimiz deyip mültecileri kullandığımız gün düştü.
Halep, Suriyeli mültecileri AB’ye şantaj malzemesi yaptığınız gün düştü.
İşte o gün elveda Halep, elveda Şam, elveda insanlık demek zorunda kaldık.

Milli Gazete | Necmettin Çalışkan

13 Kasım 2016 Pazar

Biz Merhamet Ümmetiyiz!

Hiçbir yağmanın ve talanın, yakmanın ve ayaklanmanın fetişizmini benimsemeyiz.
İnsan Amerika'da da insandır, Afrika'da da, Gazze'de de.

Biz hiçbir insanın acısından beslenmeyiz.
Biz merhamet ümmetiyiz.
İnsanlığın huzurudur arzumuz; ve dahi Gazze ve dahi Amerika.

Hakkı ve hakikatleri olaylarda can verenlere ulaştıramamış olmanın hüznüyle yanar, yağmalanır yüreğimiz.
Biz merhamet ümmetiyiz.

Bizim için her insan "potansiyel" bir Müslümandır.
O gelmediği,
o bulmadığı için değil!
biz gitmediğimiz,
biz ulaşmadığımız için üzülürüz.

Biz Gazze'nin masumlarını dert edindiğimiz kadar Amerika'nın arka sokaklarında sömürülenleri, sürüklenenleri de dert ediniriz.

Alevler "tower"lardakilerin değil sokaktakilerin canını alıyor.
Kim yakıyor?
Kim yanıyor!
Kim ölüyor?
Kim kalıyor!

Yusuf Karaağaç

4 Ekim 2016 Salı

Fatih Aydın- Saadet Partisi Gençlik Kolları Başkanı ( IYFO-Fatih Aydın- Saadet Partisi Gençlik Kolları Başkanı ( IYFO- 11. Müslüman Gençlik Buluşması, 02.10.2016)


BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Muhterem Saadet Partisi Genel Başkanımız,
Genel Başkan Yardımcılarımız,
Saygıdeğer IYFO Genel Başkan’ımız,
İslam Topluluklarının Muhterem Gençlik Temsilcileri,
Kıymetli dava kardeşlerim,
Hepinizi selamların en güzeli olan Allah’ın (cc) selamı ile selamlıyorum.
Esselamu Aleykum.

“İnsanlığın huzuru için İslam Birliği” temalı bu toplantıyı gerçekleştirmek üzere, İstanbul’da bizleri bir araya getiren Cenabı Allah’a (cc) sonsuz şükürler olsun. Rabbimiz (cc) bu toplantıyı en büyük ecirlere ve bütün insanlığın saadetine vesile kılsın.

Her yıl, her şeye ve herkese rağmen, ısrarla ve inançla, İslam Birliği’nin bir uygulaması olarak, bu toplantıları organize eden, Müslüman gençlerin bir araya gelmesine vesile olan Uluslararası Gençlik Formuna ve değerli başkanı Musa Budak Beyefendiye teşekkür ediyorum.
Bu toplantıya teşrif eden siz kıymetli kardeşlerime de şükranlarımı arz ediyorum, teşekkür ediyorum.

Kıymetli Kardeşlerim;
Son toplanmamızdan bu zamana bir yıl geçti. Bu bir yılda İslam Coğrafyasında ise hiçbir şey değişmedi. Yine kan, yine gözyaşı, yine ızdırap, yine kaos, yine kavga, yine çatışma…

Geçen yılda ölen ve öldüren Müslüman’dı, bu yıl da ölen ve öldüren Müslüman.
Geçen yıl da parçalanan topraklar İslam topraklarıydı, bu yıl da parçalanan topraklar İslam toprakları.

Geçen yılda kazançlı çıkan Amerika, Avrupa, İsrail’di, bu yıl da kazançlı çıkan Amerika, Avrupa, İsrail…

Geçen yıl kıyıya vuran Aylan bebekleri konuştuk, bu yıl da üzerine bombalar atılan Ümran bebekleri konuşuyoruz.
Ne zaman uyanacağız? Ne zaman kendimize geleceğiz? Ne zaman bu zulümler son bulacak? Ne zaman şuurlanacağız?

Ne zaman görüntüye, şekle, sese aldanmayı bırakıp ta çözüme odaklanıp, eyleme geçeceğiz?

5 tane İslam ülkesini bir araya getirerek bir güç oluşturamayan işbirlikçi yönetimlerin nefisleri tatmin edici, karşılığı olmayan hamasi nutuklarının bir işe yaramadığını ne zaman anlayacağız?

Zaman konuşma zamanı değil,
Zaman bildiklerimizi uygulama zamanıdır.
Zaman diriliş ve direniş zamanıdır.
Zaman, Allahın ipine, hep beraber, sımsıkı sarılarak saadete erme zamanıdır.

Değerli Kardeşlerim;
İşte biz gençlik hareketlerinin temsilcileri olarak en büyük vazifemiz, en büyük çalışmamız bu hususta gençlerimizi şuurlandırmaktır. Onlara ideal aşılamak, hedefler koymak ve bu hedefler doğrultusunda onları çalışmalara teşvik ederek fedakârlık yaptırmaktır.
Erbakan Hocamız derdi ki: “Müslüman olmak yetmez. Şuurlu Müslüman olmak gerekir”

Bunun için bütün gençlik çalışmalarımızın özünü şuurlandırma oluşturmalıdır. Şuurun ise 3 temel esası vardır:

Konuştuğumuz sözün, yaptığımız işin referansı İslam olacak.

Yani düşüncelerimizi, konuşmalarımızı, kavramlarımızı, eylemlerimizi batıya göre değil kendi inancımıza göre belirleyeceğiz.

Gencimizin zihin dünyasında batı taklitçiliğini, batı hayranlığını değil; kendi medeniyet değerlerimizi inşa edeceğiz.
Sözlerimiz ve eylemlerimiz İslam Birliği’nin tesisine hizmet edecek.

Yaptığımız bütün çalışmalarda tevhidi esas alacağız. Müslüman kardeşliğini işleyeceğiz.

Renk, dil, mezhep ayrımı olmaksızın aynı kıbleye yönelmiş, aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı Kitab’a inanan insanları seveceğiz, bu insanların birliği için mücadele edeceğiz.

İslam birliğini ilk önce gençlerimizin kalplerinde ve zihinlerinde kuracağız.

Sözlerimiz ve eylemlerimiz, bütün insanlığın faydasına olacak.

Biz inancımız gereği sadece Müslümanların için değil bütün insanların huzuru, refahı ve saadeti için çalışacağız.
Kimseye elimizle veya dilimizle zarar vermeyeceğiz, zulmetmeyeceğiz.

Gazze’nin derdi ile dertlendiğimiz kadar Paris’in, Londra’nın ve Newyork’un arka sokaklarındaki sömürülen insanların derdi ile dertleneceğiz.

Muhterem Kardeşlerim!
İslam dünyası bugün bir hülyalar aleminde yaşamaktadır. Coğrafyamızı ilgilendiren konularda neredeyse hiçbir söz hakkına sahip değiliz. Ya da aldığımız kararlara derdimizi anlamayacak olan şebekeleri dahil ediyoruz.

Bunun sonucunda da karlı çıkan sadece batı ve onun bu bölgedeki mikrobu ve şımarık çocuğu İsrail oluyor.

Emperyalist ve Siyonist projelerin gerçekleşmemesi ve İslam dünyasının hakettiği şekilde yaşaması için mutlak suretle kendi özbenliğimizi yeniden diriltmek mecburiyetindeyiz.

İslam coğrafyası ile ilgili alınması gereken meselelerde karar merci yine bu coğrafya olmalıdır.

Kendi mali politikalarımızı, askeri ve teknolojik yatırım ve faaliyetleri, kültürel işbirliğini ve kalkınmayı, eğitim reformunu sağlayacak kuruluşları hayata geçirmek durumundayız. Aksi halde varoluşumuzu kaybedecek ve bize zulmedilmesine müsaade etmiş olacağız ve ruhumuzu kaybedeceğiz.

Bu nedenle mutlaka İslam dünyasının yeniden doğuşuna ve kalkınmasına vesile olacak projeler üretmemiz ve bunları hayata geçirmemiz gerekir.

Birkaç yüzyıl öncesine kadar düşünce ve bilim alanında söz sahibi olmuş bir İslam medeniyeti bugün kaba bir taklitçilikten öteye gidemiyor. İbni Rüşd’leri, Gazalileri, İbni Sina’ları, İbni Haldun’ları, Hasan El Bennaları, Mevdudileri, Erbakanları ve daha nice bilim, düşünce ve siyaset adamını yetiştirmiş medeniyetimiz ne yazık ki şimdi birkaç uluslararası ödül ile tatmin olmaya çalışmaktadır.

Dünyaya söz söyleyebilecek, düşüncenin ve hayatın her alanında var olacak nitelikli sosyal bilimciler, bilim insanları, yazarlar, sanatçılar, düşünürler ve siyasetçiler yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde İslam âlemi olarak hem medeniyetimizin umdeleri doğrultusunda bir şeyler ortaya koyamayacağız hem de dünyanın bu kötü gidişine dur deme gücümüz olmayacaktır.

Şehirlerimiz, kapitalizmin tümörleri haline geldi. Eğitimimiz yine kapitalizmin bir serumu halinde. Kültür ve Sanat alanında kendi medeniyetimize has özellikler taşıyan pek az ürün ortaya koyabildik. Ekonomik sistemlerimiz tamamen gayri İslami. Askeri alanımız ise caydırıcı bir güce sahip değil.

Tüm bu kötü gidişlere dur demek, İslami hareketler olarak, çalışmalarımızda, uzun vadede planlar yapmakla ve bunları hayata geçirmekle mümkündür. Gençlik teşkilatları olarak bu alanlarla ilgili nitelikli çalışmalar ve projeler ortaya koymak zorundayız.

Elbetteki bu söylenenleri yapmak için de insana yatırım yapmak, nitelikli kadrolar yetiştirmek, böylelikle gençlerimizi şuurlandırmak gerekir. Gençlik çalışmalarımız, yeni fetihleri gerçekleştirecek nesiller yetiştirmeyi merkeze almalıdır.

Bizler “Bir yıl sonrasını düşünüyorsanız bir tohum ekiniz. 10 yıl sonrasını düşünüyorsanız bir fidan dikiniz. Ama 100 yıl sonrası düşünüyorsanız Filistin’i, Somali’yi, Patani’yi, Suriye’yi kurtarmak istiyorsanız, İslam Birliğini tesisi etmek, yeni bir dünya kurmak istiyorsanız insan yetiştiriniz” anlayışıyla hareket etmeliyiz.
Bu anlayışla hareket edildiği zaman inanıyor ve ümid ediyoruz ki yakın bir gelecekte bu topraklarda yine huzur olacak, adaletin hakim olduğu yeni bir dünya muhakkak kurulacaktır.

Siz değerli kardeşlerime beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılar sunuyor, hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

Esselamu Aleyküm 11. Müslüman Gençlik Buluşması, 02.10.2016)

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Muhterem Saadet Partisi Genel Başkanımız,
Genel Başkan Yardımcılarımız,
Saygıdeğer IYFO Genel Başkan’ımız,
İslam Topluluklarının Muhterem Gençlik Temsilcileri,
Kıymetli dava kardeşlerim,
Hepinizi selamların en güzeli olan Allah’ın (cc) selamı ile selamlıyorum.
Esselamu Aleykum.

“İnsanlığın huzuru için İslam Birliği” temalı bu toplantıyı gerçekleştirmek üzere, İstanbul’da bizleri bir araya getiren Cenabı Allah’a (cc) sonsuz şükürler olsun. Rabbimiz (cc) bu toplantıyı en büyük ecirlere ve bütün insanlığın saadetine vesile kılsın.

Her yıl, her şeye ve herkese rağmen, ısrarla ve inançla, İslam Birliği’nin bir uygulaması olarak, bu toplantıları organize eden, Müslüman gençlerin bir araya gelmesine vesile olan Uluslararası Gençlik Formuna ve değerli başkanı Musa Budak Beyefendiye teşekkür ediyorum.
Bu toplantıya teşrif eden siz kıymetli kardeşlerime de şükranlarımı arz ediyorum, teşekkür ediyorum.

Kıymetli Kardeşlerim;
Son toplanmamızdan bu zamana bir yıl geçti. Bu bir yılda İslam Coğrafyasında ise hiçbir şey değişmedi. Yine kan, yine gözyaşı, yine ızdırap, yine kaos, yine kavga, yine çatışma…

Geçen yılda ölen ve öldüren Müslüman’dı, bu yıl da ölen ve öldüren Müslüman.
Geçen yıl da parçalanan topraklar İslam topraklarıydı, bu yıl da parçalanan topraklar İslam toprakları.

Geçen yılda kazançlı çıkan Amerika, Avrupa, İsrail’di, bu yıl da kazançlı çıkan Amerika, Avrupa, İsrail…

Geçen yıl kıyıya vuran Aylan bebekleri konuştuk, bu yıl da üzerine bombalar atılan Ümran bebekleri konuşuyoruz.
Ne zaman uyanacağız? Ne zaman kendimize geleceğiz? Ne zaman bu zulümler son bulacak? Ne zaman şuurlanacağız?

Ne zaman görüntüye, şekle, sese aldanmayı bırakıp ta çözüme odaklanıp, eyleme geçeceğiz?

5 tane İslam ülkesini bir araya getirerek bir güç oluşturamayan işbirlikçi yönetimlerin nefisleri tatmin edici, karşılığı olmayan hamasi nutuklarının bir işe yaramadığını ne zaman anlayacağız?

Zaman konuşma zamanı değil,
Zaman bildiklerimizi uygulama zamanıdır.
Zaman diriliş ve direniş zamanıdır.
Zaman, Allahın ipine, hep beraber, sımsıkı sarılarak saadete erme zamanıdır.

Değerli Kardeşlerim;
İşte biz gençlik hareketlerinin temsilcileri olarak en büyük vazifemiz, en büyük çalışmamız bu hususta gençlerimizi şuurlandırmaktır. Onlara ideal aşılamak, hedefler koymak ve bu hedefler doğrultusunda onları çalışmalara teşvik ederek fedakârlık yaptırmaktır.
Erbakan Hocamız derdi ki: “Müslüman olmak yetmez. Şuurlu Müslüman olmak gerekir”

Bunun için bütün gençlik çalışmalarımızın özünü şuurlandırma oluşturmalıdır. Şuurun ise 3 temel esası vardır:

Konuştuğumuz sözün, yaptığımız işin referansı İslam olacak.

Yani düşüncelerimizi, konuşmalarımızı, kavramlarımızı, eylemlerimizi batıya göre değil kendi inancımıza göre belirleyeceğiz.

Gencimizin zihin dünyasında batı taklitçiliğini, batı hayranlığını değil; kendi medeniyet değerlerimizi inşa edeceğiz.
Sözlerimiz ve eylemlerimiz İslam Birliği’nin tesisine hizmet edecek.

Yaptığımız bütün çalışmalarda tevhidi esas alacağız. Müslüman kardeşliğini işleyeceğiz.

Renk, dil, mezhep ayrımı olmaksızın aynı kıbleye yönelmiş, aynı Allah’a, aynı Peygamber’e, aynı Kitab’a inanan insanları seveceğiz, bu insanların birliği için mücadele edeceğiz.

İslam birliğini ilk önce gençlerimizin kalplerinde ve zihinlerinde kuracağız.

Sözlerimiz ve eylemlerimiz, bütün insanlığın faydasına olacak.

Biz inancımız gereği sadece Müslümanların için değil bütün insanların huzuru, refahı ve saadeti için çalışacağız.
Kimseye elimizle veya dilimizle zarar vermeyeceğiz, zulmetmeyeceğiz.

Gazze’nin derdi ile dertlendiğimiz kadar Paris’in, Londra’nın ve Newyork’un arka sokaklarındaki sömürülen insanların derdi ile dertleneceğiz.

Muhterem Kardeşlerim!
İslam dünyası bugün bir hülyalar aleminde yaşamaktadır. Coğrafyamızı ilgilendiren konularda neredeyse hiçbir söz hakkına sahip değiliz. Ya da aldığımız kararlara derdimizi anlamayacak olan şebekeleri dahil ediyoruz.

Bunun sonucunda da karlı çıkan sadece batı ve onun bu bölgedeki mikrobu ve şımarık çocuğu İsrail oluyor.

Emperyalist ve Siyonist projelerin gerçekleşmemesi ve İslam dünyasının hakettiği şekilde yaşaması için mutlak suretle kendi özbenliğimizi yeniden diriltmek mecburiyetindeyiz.

İslam coğrafyası ile ilgili alınması gereken meselelerde karar merci yine bu coğrafya olmalıdır.

Kendi mali politikalarımızı, askeri ve teknolojik yatırım ve faaliyetleri, kültürel işbirliğini ve kalkınmayı, eğitim reformunu sağlayacak kuruluşları hayata geçirmek durumundayız. Aksi halde varoluşumuzu kaybedecek ve bize zulmedilmesine müsaade etmiş olacağız ve ruhumuzu kaybedeceğiz.

Bu nedenle mutlaka İslam dünyasının yeniden doğuşuna ve kalkınmasına vesile olacak projeler üretmemiz ve bunları hayata geçirmemiz gerekir.

Birkaç yüzyıl öncesine kadar düşünce ve bilim alanında söz sahibi olmuş bir İslam medeniyeti bugün kaba bir taklitçilikten öteye gidemiyor. İbni Rüşd’leri, Gazalileri, İbni Sina’ları, İbni Haldun’ları, Hasan El Bennaları, Mevdudileri, Erbakanları ve daha nice bilim, düşünce ve siyaset adamını yetiştirmiş medeniyetimiz ne yazık ki şimdi birkaç uluslararası ödül ile tatmin olmaya çalışmaktadır.

Dünyaya söz söyleyebilecek, düşüncenin ve hayatın her alanında var olacak nitelikli sosyal bilimciler, bilim insanları, yazarlar, sanatçılar, düşünürler ve siyasetçiler yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde İslam âlemi olarak hem medeniyetimizin umdeleri doğrultusunda bir şeyler ortaya koyamayacağız hem de dünyanın bu kötü gidişine dur deme gücümüz olmayacaktır.

Şehirlerimiz, kapitalizmin tümörleri haline geldi. Eğitimimiz yine kapitalizmin bir serumu halinde. Kültür ve Sanat alanında kendi medeniyetimize has özellikler taşıyan pek az ürün ortaya koyabildik. Ekonomik sistemlerimiz tamamen gayri İslami. Askeri alanımız ise caydırıcı bir güce sahip değil.

Tüm bu kötü gidişlere dur demek, İslami hareketler olarak, çalışmalarımızda, uzun vadede planlar yapmakla ve bunları hayata geçirmekle mümkündür. Gençlik teşkilatları olarak bu alanlarla ilgili nitelikli çalışmalar ve projeler ortaya koymak zorundayız.

Elbetteki bu söylenenleri yapmak için de insana yatırım yapmak, nitelikli kadrolar yetiştirmek, böylelikle gençlerimizi şuurlandırmak gerekir. Gençlik çalışmalarımız, yeni fetihleri gerçekleştirecek nesiller yetiştirmeyi merkeze almalıdır.

Bizler “Bir yıl sonrasını düşünüyorsanız bir tohum ekiniz. 10 yıl sonrasını düşünüyorsanız bir fidan dikiniz. Ama 100 yıl sonrası düşünüyorsanız Filistin’i, Somali’yi, Patani’yi, Suriye’yi kurtarmak istiyorsanız, İslam Birliğini tesisi etmek, yeni bir dünya kurmak istiyorsanız insan yetiştiriniz” anlayışıyla hareket etmeliyiz.
Bu anlayışla hareket edildiği zaman inanıyor ve ümid ediyoruz ki yakın bir gelecekte bu topraklarda yine huzur olacak, adaletin hakim olduğu yeni bir dünya muhakkak kurulacaktır.

Siz değerli kardeşlerime beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, saygılar sunuyor, hepinizi Allah’a emanet ediyorum.

Esselamu Aleyküm

1 Ekim 2016 Cumartesi

Keramet Milli Görüştedir!



Milli Görüş; bir dağın zirvesinde dört mevsim erimeyen kar gibidir.. Kimi zaman çok, kimi zaman az; ama hep varızdır. İyiliği emredip, kötülükten men edecek topluluklar, çok da olsalar az da olsalar dağın zirvesindeki hayat kaynağıdır insanlık için. Yeryüzünü ayakta tutan, yeryüzüne direk olan dağlar misali, Milli Görüş hareketi de milletimizin dağlarıdır. Erbakan Hocamızın, “Milletin inancı, kimliği, tarihi, ruh kökü” olarak ifade ettiği Milli Görüş, varlığıyla ülke ve milletin de yegane teminatı olmuştur. Son yarım asrın her mevsiminde, gelişen her şartta ve oluşan her zeminde milletin güvenini ve umudunu cezbetmiş, bugünlere taşımıştır.
Bu memleketin son yarım asrından Milli Görüş’ü çıkarırsanız geriye millet adına yapılmış bir şey kalmaz. Geçen zamanın bize öğrettiği hakikat şu ki; bu millet Milli Görüş’süz yapamaz. Bu milletin umudu, bu milletin beklentisi, bu milletin teveccühü Milli Görüş’ten çalınıp da iktidar partisine yamandığı günden beri yaşananlar ortadadır. İki yakamız bir araya gelmiyor, gelemiyor.
Böyle bir zamanda Saadet Parti’miz Büyük Kongre için istişare sürecini başlattı. Saflar sıkışacak, heyecan yinelenecek, fedakarlıklar  taçlanacak inşallah.
Milli Görüş, mevsimlik bir hareket değildir. Milli Görüş;  gelip geçici bir heves, gelip geçici bir fikriyat ve gelip geçici bir örneklem de değildir. .  “Temel esasları” olan, “teamülleri” bilinen, yarım asırlık bir tecrübe hazinesine sahip olan bir harekettir Milli Görüş. İstişare; Milli Görüş’ün başarısının anahtarıdır.
Erbakan Hocamız’ın iki dudağının arasından “ben” dediğini bir kez dahi duyanımız yoktur herhalde. 40 yılı aşkın zamanda adeta tek başına omuzlarken davamızı  “ben değil, biz derdi” hep. Erbakan Hocamız bile “Keramet bizde değil, Milli Görüş’tedir” derken, biz nasıl “ben” diyebiliriz ki!..
MİLLİ Görüş; bir dağın zirvesinde dört mevsim erimeyen kar gibidir.. Kimi zaman çok, kimi zaman az; ama hep varızdır. İyiliği emredip, kötülükten men edecek topluluklar, çok da olsalar az da olsalar dağın zirvesindeki hayat kaynağıdır insanlık için. Yeryüzünü ayakta tutan, yeryüzüne direk olan dağlar misali, Milli Görüş hareketi de milletimizin dağlarıdır. Erbakan Hocamızın “Milletin inancı, kimliği, tarihi, ruh kökü” olarak ifade ettiği Milli Görüş, varlığıyla ülke ve milletin de yegane teminatı olmuştur. Son yarım asrın her mevsiminde, gelişen her şartta ve oluşan her zeminde milletin güvenini ve umudunu cezbetmiş, bugünlere taşımıştır.
BU ÜLKENİN SON YARIM ASRINDAN MİLLİ GÖRÜŞ’Ü ÇIKARSANIZ, GERİYE BİR ŞEY  KALMAZ!
Şöyle düşünelim: 1969’da yola çıkılmamış olunsaydı… Milli Nizam kurulmasaydı. Milli Selamet hükümet olmasaydı.  Refah, belediyelerde ve 54. Erbakan Hükümetinde efsaneleşmeseydi.  Fazilet olmasaydı. Saadet, Milli Görüş sancağını 15 yıldır şerefle taşımamış olsaydı.  Yayın hayatında 44’üncü yılını tamamlamakta olan Milli Gazete hiç çıkmamış olsaydı… 70’li yılların o zor günlerinde Akıncılar olmasaydı… Dün Milli Gençlik Vakfı, bugün Anadolu Gençlik Derneği “Önce Ahlak ve Maneviyat” bayrağını açmamış olsaydı… Hak-İş Memur-Sen kurulmasaydı..  Bugün 40 kadar Milli Görüşçü kuruluşumuz hayat bulmasaydı… İlk açan çiçek olarak baharın müjdecisi Erbakan Hocamız siyasete hiç girmeseydi…  Şunlar şunlar olurdu; bunlarsa olmazdı diye sıralayacak değiliz.
Milli Görüş’ün varlığının ehemmiyetini idrak etmek adına soralım sadece: Bu ülkenin son yarım asrından çıkarsanız  Milli Görüş’ü, Erbakan Hocamızı; memleket, millet ve ümmet adına yapılmış geriye ne kalırdı acaba İktidarda ya da muhalefette  Milli Görüş olmasaydı, gelen her iktidar bu millettin inancından, kimliğinden ve ruh kökünden daha büyük parçalar koparmaya devam edecekti.
HAKİKAT ŞU Kİ; MİLLİ GÖRÜŞ’SÜZ OLMUYOR!
Geçen zamanın bize öğrettiği hakikat şu ki; bu millet Milli Görüş’süz yapamaz. Tek başına iktidar da olsanız, güçlü de görünseniz, medya gücünüz de olsa Milli Görüş’süz olamayacağı da ortadadır! Bu milletin umudu, bu milletin beklentisi, bu milletin teveccühü Milli Görüş’ten çalınıp da bugünkü iktidar partisine yamandığı günden beri yaşananlar ortadadır. İki yakamız bir araya gelmiyor, gelemiyor. Milli Görüş’e ambargo konmasaydı, Milli Görüş’ün önüne barajlar kurulmasaydı (Allah-u alem) FETÖ gibi yapılar da kendisine boş bir meydan bulamayacaktı. 15 Temmuz gecesi yaşanan hain darbe girişimi de göstermiştir ki, bu ülkenin, bu milletin tek yerli ve milli hareketi, tek teminatı Milli Görüş’tür.  Görülmüştür ki, bir takım stratejilerle Milli Görüş engellendiği zaman, sun’i olarak oluşturulan siyasal ve sosyal boşlukta kökü dışarıda projeler, yapılar bu memleketin başına bela olarak sarılmaktadır. Batıl, panzehirin olmadığı her yere sızmakta mahirdir. Milli Görüş, bu milletin hem antibiyotiği hem de vitaminidir. Nitekim; siyaset arenası, Meclis’imiz, televizyon ekranları, gazete sütunları Milli Görüş’e kapatılmasaydı, hiçbir yapı bu milletin kalbine bir hançer gibi sokulamazdı.  Son yaşadıklarımız da tekraren bize şunu söylüyor: Bu ülkenin Milli Görüş’e her zamankinden daha çok ihtiyacı var.
SAFLAR SIKLAŞACAK… HEYECAN YENİLENECEK… FEDAKARLIKLAR TAÇLANACAK
FETÖ’nün yıkıcı, yok edici izlerinin giderek derinleştiği… Her şeyin allak bullak edildiği… Devlette neredeyse taş taş üzerinde bırakılmadığı… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle “at izinin it izine karıştığı”, dış borcun 710 milyar dolarlara tırmandığı… Kıbrıs’ın Avrupa’ya/Rumlara sunulmak üzere yeniden tepsiye konduğu, İsrail’le normalleşip anlaşmaların imzalandığı, Faiz virüsünün ülkede kanser gibi hızla yayıldığı, AB normlarının mevzuatımızı, yasalarımızı hızla ele geçirdiği, İslam Birliği talebinden bile yavaş yavaş vazgeçildiği.. Üretimin terk edildiği, D-8’lerin unutulduğu bir zamanda… Milli Görüş’ümüz, Saadet Parti’miz Büyük Kongre’ye gidiyor.. Kongreler kimi siyasi partiler için Genel Başkan seçimlerini ve parti yönetimlerindeki değişimleri ifade ediyor olabilir. Elbette Saadet Partisi için de geçerlidir bu. Fakat kongreler siyasi hareketler için daha başka, daha ulvi anlamlar da taşırlar. Hele ki Milli Görüş partileri için kongreler safların sıklaşması, heyecanın yenilenmesi, eksiklerin tanzimi, azmin ve kararlılığın ahde dönüşmesi anlamlarını da yüklenirler. O güne kadar yapılmış olan gayret, cehd ve fedakarlıklar taçlanır adeta.
GELİP GEÇİCİ BİR HEVES, MEVSİMLİK BİR HAREKET DEĞİLİZ!
Saadet Partisi Türkiye’de politik arenada yer alan oy pusulasındaki sıralı partilerden birisi değil, insanlığa hizmet yolunda sorumluluğa sahip olan Milli Görüş hareketinin partisidir. Şu çok iyi bilmeliyiz ki, işte bu sebeple dün Milli Nizam, Milli Selamet, Refah ve Fazilet’teki her Büyük Kongre’mizde olduğu gibi bugün Saadet Partimizin 30 Ekim kongresinde de bütün gözler üzerimizde olacak.
Milli Görüş, mevsimlik bir hareket değildir. Milli Görüş;  gelip geçici bir heves, gelip geçici bir fikriyat ve gelip geçici bir örneklem de değildir. Milli Görüş hareketi rastgele bir parti değil, tarihin en büyük devletinin milletinin aslına, özüne, ruh köküne dönmesi olayıdır.  “Temel esasları” olan, “teamülleri” bilinen, yarım asırlık bir tecrübe hazinesine sahip olan bir harekettir Milli Görüş. “Sizden/İçinizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun” emrine sımsıkı sarılan, “İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” müjdesine mazhar olmak için canla başla, ihlasla çalışan kardeşler topluluğuyuz biz. Yoluna barikatlar kurulan, dikenler dökülen; partileri kapatılıp, yasaklar konan Milli Görüş hareketi, onca badireyi onca engeli vazgeçilmez “temel esaslarına” sımsıkı sarılarak ve istişarede sebat ederek aşabilmiş, ümmet şuurunu ayakta tutabilmiştir. İstişare; Milli Görüş’ün başarısının anahtarıdır. Öyleyse biz Milli Görüşçülere düşen vazife; bu anahtarı Milli Görüş’ün dününe, bugününe ve yarınına yakışır güzellikte kullanmak; istişaremizi her zaman olduğu gibi en güzel şekilde tamamlayıp milletimizin huzuruna varmaktır.
GÖNLÜMÜZDEKİ ASLAN, DAVAMIZDAN SEVİMLİ OLAMAZ
Orada burada her biri birbirinden kıymetli isimler konuşuluyor. Fıkhınca; usulünce, üslubunca elbette konuşmalıyız. Lakin sosyal medya mecralarında lüzumsuz, hatta Milli Görüş’e yakışmayacak  tartışmalara tutuşmuş kardeşlerimizi müşahede ediyoruz. Herkesin gönlünde bir aslan yatıyordur elbet. Fakat hiçbirimiz için gönlümüzdeki aslan davamızdan daha sevimli olamaz. Hiçbirimiz “illa benim adayım” kalıbına giremez. Hiçbirimiz “illa ben olacağım” diyemez. Elbette ki her birimiz, nefis elbiselerimizden soyunarak davamız için söyleyeceğimizi söyleyeceğiz, hayırlı olacağını düşündüğümüz ismi, isimleri yerinde ifade edeceğiz.
Hani bir söz vardır ya; “Hızlı gitmek istiyorsan yalnız yol al; uzağa gitmek istiyorsan birlikte yol al”. Biz nesillere, çağlara gitmek zorundayız. Biz hepimiz birlikte yol almak zorundayız. Çünkü Saadet Partisi iktidarına, Milli Görüş iktidarına sadece biz değil bütün mazlumlar, bütün insanlık muhtaç. Gece gündüz dua ettiğimiz, dualarımızla birlikte gözyaşı döktüğümüz yeryüzünün dört bir bucağındaki mazlum Müslüman kardeşlerimizin Saadet Partisi’nin iktidarına ihtiyacı varken, biz en fazla kendimiz gibi davranmamız, davamıza sarılmamız gereken bir süreçte, nefsimize sarılamayız.
Belki de Milli Görüş hareketinin en önemli karar virajlarından birindeyiz. Milli Görüş’ün temel esaslarına bugüne dek sadık kalıp da, “kardeşimiz için yaşadığımızı” dosta-düşmana iftiharla göstereceğimiz bir zamanda temel esasların dışında davranmak hepimiz için Allah muhafaza kayıpların en büyüğü olacaktır! Elhamdülillah, Milli Görüşçülerin büyük bir ekseriyeti olarak ailemize, evladımıza, en sevdiklerimize esirgemediğimiz hassasiyetin de fazlasını istişaremizin gereklerine gösterebiliyoruz.  Kimyamız hala sapasağlam şükür. Nefis terbiyesini esas alan biz Milli Görüşçüler olarak bu bir aylık süreçte de kimyamızı bozmayacağız inşallah. Yeri gelince, “ben  değil kardeşim” deme faziletini yaşıyor, yaşatıyor olmak bir siyasi hareket için Allah’ın en büyük lütuflarından birisidir!
“KERAMET BİZDE DEĞİL, MİLLİ GÖRÜŞ’TEDİR”
Erbakan Hocamız’ın iki dudağının arasından “ben” dediğini bir kez dahi duyanımız yoktur herhalde. 40 yılı aşkın zamanda adeta tek başına omuzlarken davamızı  “ben değil, biz derdi” hep. Erbakan Hocamız bile “Keramet bizde değil, Milli Görüş’tedir” derken, biz nasıl “ben” diyebiliriz ki!..
Ülkemizde ve dünyada bu davayı hiç yılmadan omuzlayan ve ömrünün sonuna kadar yürüten, bizleri de bu yolda çalışmaya sevk eden, çalışma azmimizi artıran Erbakan Hocamız’a bu vesileyle Allah’tan rahmet diliyoruz. Mekanı cennet olsun, cennetinde bizleri hep beraber buluştursun.
Allah (c.c) kongremizde her birimize yüz aklığı nasip buyursun.
Yeni Hicri yılımız, camiamıza, milletimize ve ümmet-i Muhammed’e hayırlı olsun. Amin…

17 Eylül 2016 Cumartesi

İsrail’e verilen 38 milyar doların sırrı ne?


Hüseyin Vodinalı (Oda tv - 15.09.2016)

Halep’te varılan ateşkesin 60 kez ihlal edilmesi ne demek?

İsrail’in Suriye ve Gazze’ye artan saldırıları ne anlama geliyor?

ABD, bayram değil (yani onlara değil!) seyran değil, İsrail’e tarihinin en büyük askeri yardımını yaptı: 38 milyar dolar.

İsrail, 10 yıl boyunca  tam 38 milyar dolar askeri yardım alacak.

Bu da yetmemiş, savaş filan olursa ABD’den gereken ne varsa alabilecek.

Netanyahu ile arası bozuk olan Obama’nın başına taş mı düştü de, böylesine cömert bir anlaşmayı imzaladı?

İsrail ve Neo Con’ların en sevdiği isim olan, Libya ve Suriye’de El Kaide ve IŞİD ile iş tutan Hillary Clinton’a destek için tabii.

Hillary zatürre olunca aldı mikrofonu eline onun için kampanyaya da başladı.

Obama’nın İsrail karşıtlığı, kendi şahsi fantezisiydi, müesses nizamın isteklerine karşı çıkabilecek biri değil o.

Zaten bunu açıkça söylemiş de:

"8 yıllık liderliğim süresince İsrail’in savunmasına yönelik olan taahhütlerimizi, gerek sözlü, gerekse fiili olarak yerine getirmiş bulunuyoruz. Bundan sonra da İsrail’in savunmasına yönelik taahhütlerimizde yerinde duracağız."

Bunu, Libya’nın işgali, BOP, Arap Baharı ve Suriye’de çıkardığı iç savaştan anlıyoruz zaten.

ABD’DEKİ SEÇİME DİKKAT

Amerika’daki seçim sürecini bilmem hiç izliyor musunuz?

Sanırım ABD tarihinde bundan daha saçma ve rezil bir seçim dönemi yoktur.

Trump’ın saçmalıklarından söz etmiyorum.

Asıl Hillary’nin arkasındaki devlet ve şirket yapılanmasına bakınız.

Tüm bir Amerikan devlet sistemi ve kapitalist mekanizması; basınıyla, istihbarat servisleriyle, siyasetçileriyle, sanat ve sinema dünyasıyla Hillary Clinton’a destek veriyor.

İşte siyahların polis tarafından öldürülmesinden tutun, Trump’ın vakfına soruşturma başlatılması

Öyle ki, Hillary’nin zatürre olmasını bile Putin’e bağlayan tipler var.

Hani olana bitene baksanız sanırsınız, Donald Trump, Marksist bir devrimci ya da Ku Klux Klan’ın gizli önderi.

Değil tabii…

O, sadece müesses nizama karşı kendi fırıldaklığı ve servetiyle aday olmayı becermiş bir kişi.

İlginç yanı da Rusya ile dostluğu filan savunması.

Ancak, basında öne çıkan tüm özellikleri, ırkçı ve İslam düşmanı olması üzerine kurulu.

Oysa İsrail’in birebir adamı olan Hillary, ondan çok daha İslam düşmanı.

ABD derin devletinin, bir Kukla Kürt Devleti peşinde koşması ve bunu bir devlet politikası haline getirmesi ile Hillary’nin seçilmesi için her imkanını seferber etmesi, İsrail’in güvenliği içindir.

İsrail’in güvenliği, ABD için yaşamsal bir önemdedir.

Çünkü Batı sermayesi, sömgürgeci kapital, Amerikan, İngiliz ve İsrail sermayesi ortaklığında oluşmuştur.

ABD Ortadoğu der, siz İsrail anlayın.

Avrupa’da da benzer bir şekilde Batı sermayesi odaklı saldırgan yönelimin temelini Hillary Clinton ve arkasındaki güç temsil etmekte.

Özellikle de 11 Eylül 2001’deki tertip terör saldırıları, Neo Con denilen İsrail yanlısı kliğin yönetimi ele geçirmekteki miladıdır.

Ve bundan sonra ABD’nin çıkarları, İsrail’inkilerin arkasına konmuştur.  Bakınız Irak ve Afganistan.

CIA ajanı Ukrayna Başkanı Poroşenko, neden uçağa atlayıp New York’a Neo Con Hillary’ye koşsun ki böyle olmasa.

Putin’in 17 Haziran 2016 günü St. Petersburg’daki Uluslararası Ekonomik Forum esnasında yabancı gazetecilere söylediklerini tekrar anımsayalım:

“İran tehlikesi diye bir şey yok ama NATO Avrupa’ya füze savunma sistemleri yerleştiriyor. Gerekçeleri samimi değil, bizimle açık konuşmuyorlar derken biz haklıydık. Bu sistemi haklı göstermek için İran tehlikesi öne sürülüyor. Yine bize yalan söylediler. Şimdi sistem çalışır durumda ve füzeler rampalara yüklenmiş halde. Siz gazeteciler biliyorsunuz ki, Tomahawk uzun menzilli füze sisteminde kullanılan başlıklar kapsül içinde bu sistemde kullanılıyor. Teknolojilerin ilerlediğini biliyoruz, ve hatta ABD’nin bir sonraki füze sistemini ne zaman geliştireceğini de biliyoruz. Bu füzeler 1000 km. ve ötesine ulaşabilecek. Ve o andan itibaren Rusya’nın nükleer potansiyelini tehdit etmeye başlayacak. Zamanla neler olacağını biliyoruz, onlar da bizim bildiğimizi biliyor. Size masallar anlatıyorlar, siz de yutuyorsunuz bunları ve kendi ülkenizin insanlarına yayıyorsunuz. İnsanlarınız gelmekte olan tehlikeyi anlamıyor, beni endişelendiren de bu. Nasıl olur da anlayamazsınız, dünyanın dönüşü olmayan bir yere doğru çekildiğini. Onlar ise hiçbir şey olmuyormuş havası yaratmakta. Size başka türlü nasıl anlatacağımı bilemiyorum.”

Resmen uyarıyor işte, 3. Dünya savaşı diyor adam.

İSRAİL’İN HEDEFİ SURİYE Mİ?

ABD’nin asıl düşmanı Çin.

Obama’yı uçağın arkasından kırmızı halısız indiren Çin’e nefret duyuyorlar.

Ama onlara gücü yetmiyor.

Avrupa’dan vurmak istedikleri Rusya’ya da aslında yetmiyor.

Ama Rusya’nın etkin olduğu Suriye’de farklı planları var.

ABD İşin başından beri bir oyalama taktiği uyguluyor.

İsrail’i gölgede tutuyor.

Esad rejiminin asıl düşmanı İsrail.

Golan tepeleri halen işgal altında.

ABD’nin Suriye’yi hedef almasında İsrail’in çıkarları ön planda.

Kuzeyden geçecek bir PKK koridoru da İsrail’e hizmet edecek, Esad’ın devrilip yerine Batı yanlısı kukla bir yönetimin gelmesi de.

İşte Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesinin arkasında yatan olay bu.

İsrail ve ABD’nin maşası FETÖ’nün talimatlı işi.

PKK ile işbirliklerinin de çıkmasını bekliyorum somut olaylarla yakın zamanda.

Türkiye, ne zaman Rusya ile ilişkileri tamir etmeye başladı, birden Batı’nın direk hedefi haline geldi.

Darbe girişimi de bunun bir parçası.

İşte şimdi Suriye’de, kısmen de olsa Rusya, İran ve Esad ile işbirliği yapan, konuşan bir Ankara istemiyorlar.

Türkiye’nin Cerablus harekatı en çok İsrail’i kızdırdı.

Hillary ve İsrail’in yavrusu IŞİD, tanklarımızı vurmaya başladı.

Halep’teki ateşkesi sabote eden de bunların ajanları.

Şimdi de Golan tepelerinde bir şeyler dönüyor.

Suriye önceki gün bir İsrail savaş uçağı ile bir İsrail insansız hava aracını düşürdüğünü açıklamış, İsrail bunu yalanlamıştı.

Olay tam da 13 Eylül gecesi ateşkesin yürürlüğe girdiğinde oluyor her nasılsa!

İsrail ordusuna yakın Debkafiles’ta çıkan habere göre, İsrail’in işgali altındaki Golan tepelerine, Suriye’nin Kuneytra bölgesinden 8 adet havan topu mermisi düşüyor. İsrail de buna yanıt olarak hava saldırıları düzenliyor.

İşte Suriye’nin vurdum dediği, bu saldırılar esnasında düşürdüğü uçaklar.

Suriye resmi haber ajansı Sana ise İsrail savaş uçaklarının Kuneytra’nın Emel Mezraları bölgesinde saldırı başlatan Nusra Cephesi'ne destek için Suriye mevzilerini vurduğunu duyurdu.

El Nusra’yı korumak için Suriye ordusuna saldıran bir İsrail.

4 Haziran’da da, Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD’li mevkidaşı John Kerry’nin kendisinden Suriye’deki müttefikleri El Kaide’yi vurmamasını talep ettiğini söyledi. Bu açıklama yalanlanmadı.

Suriye iç savaşında İsrail’e özel hesaplar var. Güvenlik, enerji, Kıbrıs, PKK koridoru ve PKK Devleti bunlardan bazıları.

2013’te Esad düşerse Suriye’ye gireriz demişlerdi, geçen sene Türkiye’ye ortak operasyon teklifi götürdükleri iddiaları var.

Şimdi Esad’ın düşeceği yerde, giderek daha da güçlenmesi İsrail için kabus gibi.

İsrail’in Suriye ve Gazze’ye başlattığı hava saldırıları pek hayra alamet değil.

Rusya Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov’un Ankara’ya getirdiği dosyasında bu da var mı bilemem ama yazımı, gölge CIA denen ve 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişiminde adı geçen Stratfor’un İran asıllı analisti Anisa Mehdi’nin açıklamalarıyla bitireyim.

“- Türkiye’ye ABD ve İsrail gibi ülkelerin oyunu olduğu düşünüyor musunuz?

Öncelikle şunu sormak lazım; Türkiye, Avrupa ve ABD’de sıklıkla görülen şiddet ve kaostan kim faydalanıyor? Silahlı saldırılar, havalimanlarına bombalı saldırılar… Ülkenizde gerçekleşen saldırılarda hayatlarını kaybedenler için de çok üzgünüm. Mesela biri bombalı üç kişinin, Orlando’da AR-15’li tek kişiden daha az insan öldürdüğüne dikkat çekmişti, ilginç değil mi? Fayda sağlayan kim? Fayda sağlayan ülkelerden biri bana kalırsa İsrail. İsrail haberlerde artık görünmüyor değil mi? Ancak Filistinlilerin baskıcı bir şekilde topraklarından olması hala devam ediyor. Hala Yahudi yerleşim yerleri inşa ediliyor ve bunları hiç duymuyoruz çünkü bana kalırsa bu korkunç şiddet olayları dikkatimizi başka yöne çekiyor. Türkiye’ye direkt bir oyunları söz konusu mu bilmiyorum ama ilginç şeyler dönüyor gerçekten!” (8 Eylül 2016 Boxer Dergisi)

15 Eylül 2016 Perşembe

Cihad Meydani...

Prof.Dr. Necmettin Erbakan Hoca bir seminerde şu misali anlatmıştı:
Farz et ki sen Hz. Peygamber (sas)’in Bedir Savaşını yaptığı gün o civarda develerini güden bir çobansın. Efendimiz Aleyhissalat Vesselam ile Ebu Cehil taraftarları Bedir Kuyuları yakınında savaşa tutuşmak üzereler…

Eğer, sen “Şöyle bir yüksek tepeye çıkayım da yaşanan savaşı seyredeyim” dersen kâfirler zümresinden olursun.

Eğer, “Yarabbi, bunlardan kim haklı ise ona yardım et” diye dua edersen, yine kâfirlerden olursun. Çünkü sen bu dünyaya hangisi haklı, hangisi haksız bilmek için gönderilmişsin. Bu ayırımı, haklı-haksız, hak-batıl ayırımını yapamayan mümin olamaz.

Eğer, “Yarabbi, Peygamberin Hz. Muhammed (sas)’a yardım et, onu muzaffer kıl” diye dua edersen günahkâr bir fâsık olursun. Çünkü o dua etme zamanı değil, eyleme geçme anıdır.

Eğer hakiki bir mümin isen yapacağın şudur: Olaydan haberdar olur olmaz, yerinden öyle bir fırlayışla fırlayacaksın ki, savaş alanına kadar birkaç kez yüzüstü yere kapaklanacaksın. Eline ne geçerse, ne bulursan onunla saldıracaksın!”…

Rabbim rahmet eylesin Erbakan Hocamıza…

Siyasi Görüş...

bu ülkede iki siyasi görüş var:

birinci görüş, "abd ile birlikte hareket etmeden iktidar olamayız/iktidarda kalamayız" diyenlerin görüşü.

ikinci görüş, "abd ile birlikte hareket ettiği müddetçe bu ülke düzlüğe çıkmaz" diyenlerin görüşü.

M.Bilgiç

Laiklik...

Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamızın LAİKLİK anlayışı

“Müslümanlığın bizatihi kendisi laiktir. Açın Sultan Fatih’in İstanbul’un Fethinin arkasından çıkardığı beyannameyi, okuyun; Galata’daki Cenevizlilere dahi: “Bütün haklarınız benim teminatım altındadır. Her türlü inanç hürriyetine sahipsiniz. Patrikhane her türlü hizmetine devam edecektir” demiştir. Hz. Ömer Efendimizin Kudüs’ü fethettiği zamanki beyanatına bakın: “Herkes kendi dininde serbesttir. Her inanç sahibi kendi ibadetini muntazam yapacak, rahatlıkla yerine getirecektir. Sizin koruyucunuz benim”demiştir. Selahattin Eyyubi Kudüs’ü aldıktan sonra aynı şekilde: “Hepinizin inancının teminatı benim” demiştir. Bizim tarihimiz hep bunlarla doludur, dünya alem buna şahittir. Bunun için Müslümanlık içindedir bizzat laiklik. Aslında Müslümanlık varken ayrıca laiklik diye bir şey aramanız bile gereksizdir. Müslümanlık her zaman, herkesin dinine saygı göstermiştir. Bakınız Müslümanlıkta hiçbir zaman, şahısların Dine ait kurallara aykırı hareket etmesiyle ilgili bir ceza-i müeyyide getirilmemiştir. Kur’an-ı Kerim’de iki tane nizam vardır. Bir “Genel İnsanlık Nizamı”. Bu genel insanlık nizamında müsaade edilenler var, yasak edilenler var. Yasak edilenler nedir; adam öldürmek, yalan yere şahitlik etmek, çeşitli ahlaksızlıklara yönelmek, ırz ve namusa tecavüze yeltenmek; bütün bunların hepsinin ve her din için eşit oranda cezası vardır. Ama namaz kılmamışsa bunun bir cezası yoktur, çünkü bu Allah’la kul arasındadır. Ancak bu durumda Müslümanlar için tavsiye vardır, o da tatlı dille yapılacaktır. ‘Namazını kılarsan yarın şu sevabı alırsın’ diye uyarılacaktır. Müslümanların yapacağı işlerin adı “Helal”, yapmayacaklarının adı “Haram”dır. Herkesin yapacağı işin adı “Maruf”, yapmayacağı işin adı “Münker” olmaktadır. İki ayrı sistem tarif edilmiştir. Maruf ve Münker’de ceza vardır. Çünkü herkesi bağlayıcıdır ve temel insan haklarıyla alakalıdır. Hangi dinden olursa olsun adam öldürmeye kalkışırsanız, zina yaparsanız, yalan yere şahitlikte bulunursanız, hırsızlık yaparsanız cezasına katlanırsınız. Ama namaz oruç vs. Müslümanlara ait şahsi ibadetleri terk etme gibi hususlara gelince bunların dünyalık cezası konulmamıştır. Bunlar tavsiyeyle, telkinle, tatlı dille, kavli leyyinle anlatılacaktır. Bundan dolayı eğer Milli Görüş okulundan ve arka kapıdan kaçıp top oynamazsan, o zaman bilirsin ki Müslümanlık, laiklikle tamamen bir aradadır, hiçbiri arasında tezat bulunmamaktadır. Bu sebepten dolayıdır ki bizim elli senelik geçmişimizde, Anayasanın Laiklik maddesiyle değil, bu maddeye aykırı hareket edilmesiyle mücadele ettiğimiz ortadadır.”

Bayram Mesaji... mb...

yeşil çimler üzerinde top koşturan bir futbolcunun ayda bir milyon lira aldığı buna karşılık bir ay boyunca ter akıtan asgari ücretlinin bin üç yüz lira ile geçinmeye çalıştığı;  üst aklın her türlü müdahalesine rağmen üzerinde ezan ve salaların susmadığı, nato üslerinin kapanmadığı, faize dayalı bankacılık sisteminin tıkır tıkır işleyişinde bir aksamanın olmadığı; umreye ya da hacca giden tefecilerin tevbe edip işlerini evlatlarına bıraktığı; kırmızı ışıkta geçen holding patronu ile kütüphane memurunun aynı eşitlikçi trafik cezasını ödediği; üç tarafı denizlerle, her tarafı internet ağı ve düşmanlarla çevrili bu güzel ülkemde ve en zengin 62 kişinin 3 milyar 700 milyon insanın servetinden daha fazlasına sahip olduğu bu gezegende yine bir kurban bayramına kavuştuk.tüm kalbimle, kesilen kurbanlarımızın bu coğrafyanın çocuklarının emperyalizmin oyunlarına kurban edilmesine bir son veriş vesilesi olmasını diliyorum.

kalbinizden öperim :)

Mb

Önceden Milli Goruscuymus..

Önceden rahmetli Erbakan’ın temelini attığı Anadolu imam hatip lisesinde okuyormuş.
Önceden Milli Gençlik Vakfında görevli bir talebeymiş.
Önceden Milli Görüş teşkilatlarında Allah rızası için çalışan samimi bir nefermiş.
Önceden Milli Görüş teşkilatında gözünü kırpmayan bir sandık müşahidiymiş.
Önceden Milli Gençlik Vakfı başkanlığı görevinde de hasbelkader bulunmuş.
Önceden Refah Partisi’nde il teşkilat başkan yardımcılığına kadar bile yükselmiş.
Önceden Refah Partisi il disiplin kurulu üyesi olarak kendisine görev verilmiş.
Önceden Refah Partisinde merkez teşkilatında sekretermiş. Az buz bir şey değil yani.
Önceden Refah Partisinin Kayseri bölgesi milletvekili adaylarından birisiymiş ama kıl payı kaybetmiş.
Önceden eski mücahitlerdenmiş ama müteahhit işlerinden de anlıyormuş; inşaatları varmış.
Sonradan o da bu işin hocayla olmayacağına karar vermiş ve Abdullah Gül gibi yenilikçi harekete katılmış.
Sonradan mücahitlik işleri epeyce azalmış ama müteahhitlik işleri tavan yapmış.
Sonradan bütün bu pahalı tecrübeleri bir torbaya koyup uygun bir fiyata reise satmış.
Sonradan Mevlâ ‘yüro ya kulum demiş’ ve işler hep bayır aşağı akıyormuş.
Sonradan aslında biz özü itibariyle Milli Görüşçüyüz ama konjonktür böyle gerektiriyor, diyormuş.
Sonradan ruhunu şeytana satmış bir Milli Görüşçünün de Roma vatandaşı olma hakkı olduğuna kendini razı etmiş.
Sonradan mezhebinin bayağı bir genişlediğinin ve günahlarının arttığının o da farkındaymış ama olsu Allah çok gafurmuş.
Önceden Milli Görüşçü olanlar o çizgiyi terk edince meğer sonradan böyle orospu çocuğu oluyormuş.
Yani Milli Görüş teşkilatlarında yıllar boyunca kazandığı siyasi tecrübeyi taşımayı ağır bulanlar, onurunu ve şerefini modern Nemrutlara satarak modern Roma’dan yeni zırh ve görev alabiliyormuş.
İşte Türkiye’de siyaset bu tip orospu çocuklarından geçilmiyor.
Şu mavi gök kubbe altında hocalarını hançerledikleri günden beri onlara her gün bayram!
meclis'teki 4 partinin de abd, ab, ingiltere ve israil'e karşı olan tutumları bellidir.

15 temmuz kalkışmasında bir üst akıldan bahsedilmiş ve daha sonraki süreçte bu üst akıl unutturulmuştur.

15 temmuz kalkışması sonrasında incirlik'in kapatılması talebini kimin seslendirdiği ve meclis'teki partilerin bu sese katkısı ortadadır.

28 haziran'da israil ile yapılan anlaşma 15 temmuz'dan sonra tbmm'ne geldiğinde ak parti evet oyu verirken chp, mhp ve hdp'nin  muhalefetinin göstermelik olduğu bu partilerin sırasıyla sadece 2, 4, 10 milletvekilinin verdikleri ret oylarından bellidir.

meclis'teki 4 parti de ırkçı emperyalizm ve kapitalizm karşısında aynı teslimiyetçi tavrı sergilemektedir.

suriye operasyonu da eğer yakından takip ederseniz göreceksiniz ki abd ve rusya'nın müsaade ettiği müdahaleler şeklinde gerçekleşmektedir.

şimdi kim ne derse desin meclis'teki 4 partiye oy veren %98'lik seçmen kitlesi bu coğrafyanın insanıdır ve ekserisi olup biteni bizim gibi okumamaktadır.

bize düşen her fırsatı iyilik ve güzellikle değerlendirmek ve bu coğrafyanın insanını büyük israil projesine alet olmaması için uyarmaktır.

abd, ab, ingiltere ve israil kapılarındaki teslimiyetçi tavrı örtbas ederek hakka hizmet edilemez.

ankara, kendi iradesi ile şam, bağdat ve tahran ile biraraya gelmediği müddetçe geleceğe dair bir çözüm bulamaz.

türklerin, arapların, farsların, kürtlerin ve bölgedeki diğer ırkların ortak geleceği abd'ye veya rusya'ya sığınıp ya da bu ülkelerle işbirliği yapıp komşuları ile çatışmaktan değil emperyalizme ve emperyalizmin oyunlarına rağmen birbirleri ile birlikte yaşama zemini aramaktan geçer.

baskı, şiddet ve tahakkümle ya da çatışma ve terörü vasıta kılarak ortak bir gelecek ve barış tesis edilemez.

hem abd, ab, ingiltere ve israil'in kanatları altında olup hem de barıştan, kardeşlikten, ortak gelecekten bahsetmek inandırıcı değildir.

terörü bir yöntem olarak benimseyenlerin ve buna destek verenlerin kalbinde derece merhamet olmadığı gibi kukla ya da tetikçi olmaktan öte varacakları bir yer de yoktur.

Mb

BAŞBAKAN'IN KARDEŞİ VE DOSTLARI


 (Tam 6 sene önceki yaptığımız tespitler. Yanlışlığın her safhasındaki feryatlarımızın bir göstergesi)

“Dost Edinme Sanatı” diye bir kitap okumuştum. Çok eski yıllarda…
Epey de faydalı olmuştu benim için. Dostların karakter uyumlarının ne kadar önemli olduğunu yazıyordu.
Atalarımızın bu konudaki sözü ise gerçeği yansıtmaktadır:
“Dostunu söyle, kim olduğunu söyliyeyim”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dostları kimlerdir?.. Elbette biz kalplerdekini bilemeyiz, yazılan çizilen ve konuşulanlara dayanmak durumundayız. Ayrıca sadece şahsını ilgilendiren dostluklarını da irdelemek bize düşmez. Ancak, devletimizi çok ytakından ilgilendiren dostluklarını mutlaka önemsemek ve konuşmak durumundayız.
Önce Bush’dan başlayalım…
ABD Eski Başkanı…

Başbakanımız o zaman Başbakan bile değildi. Sıfatı sadece AKP Genel Başkanı idi. Dostluk söylemleri sadece Türkiye’de değil, dünya medyasında sürmanşetten veriliyordu. Bush bu yeni dostunu ABD’ne davet edecek, kırmızı halılar sererek devlet başkanlarına mahsus protokolle karşılayacak, samimi, dostane pozlar vererek dostluklar karşılıklı dile getirilecekti.
Ne konuştular, neler üzerine anlaştılar, ne neyin karşılığı oldu, tahmin etmek zor olmasa bile, bunlar iki dostun arasında kaldı. Kısa süre sonra da Bush, bu dostluklarını, Dünya Siyonist örgütlerinin Cesaret Madalya’sını  Yahudi olmamasına rağmen Erdoğan’a verdirerek dostluğunu pekiştirmiş oldu. Böylece bir ilk de gerçekleşmiş oluyordu.
Başbakan’ın en yakın dostu Bush, Afganistan ve Irak’ı mahvetti. İsrail’in küstahlıkları dahil her hareketini destekledi, sadece Ortadoğu’da milyonlarca mazlumu katlettiler. Kanlı bir katil olarak tarihe geçti. Şimdi köşesine çekildi. Başbakanımız bu eli kanlı katil ile hala dost mudur, bilinmez. Dostluklarını kurup pekiştirirken Başbakan bu kadar kan döküleceğini ve onunla verdiği dostane pozların bu kadar kendini rahatsız edeceğini bilir miydi bilinmez.
Üstelik Büyük Ortadoğu Projesi’ne kendini tayin ettiği zaman bunu gururla takdim etmesi, şimdi ise bu projenin bir bataklık olduğunun açığa çıkması, acaba kendini rahatsız eder mi, bunu da bilemiyoruz. Amiyane tabirle “dost kazığı” yediğini düşünüyor mu dersiniz?
Tony Blair…
İngiltere Eski Başbakanı…
Ne kadar sıkı fıkı dost idiler!.. Dostlukları devlet protokolünün çok ötesine geçmişti. Ortak dostları Bush’u yalanları ile Irak katliamına ikna ettiği ifade edilir. Özellikle Irak’ın elinde tehlikeli silahlar bulunduğunu inandırıcı(!) belgelerle ortaya koyup, dostları Erdoğan ve Bush’u koalisyon ortağı olarak Irak işgalinde işbirliği yapmalarına ikna edilmeleri, bu dostunun eseri olduğu söylenmektedir.
Şu işe bakar mısınız? Şimdi Başbakanın en yakın dostu Tony Blair, devlet devlet dolaşarak,  İsrail’in 31 Mayıs 2010 Mavi Marmara katliamında ne kadar haklı olduğunu, eli kanlı, sopalı ve bıçaklı  Türk teröristlerine (!) karşı nefis müdafaası yaptıklarını anlatıyormuş. Tam dosta yakışır bir biçimde(!)… Dostu olan Erdoğan hakkında neler söylüyor bilemiyoruz.
Silvio Berlusconi…
İtalya Başbakanı…
Birbirlerine “kardeşim” diye hitap edecek kadar dostturlar. Bu dostluklarına aileler de dahil edilmiştir. Ailece dost olduklarının göstergesi çok. Ama Berlusconi’nin, Başbakan’ın çocuğunun düğününe gelmesi, üstelik nikah şahidi olması en önemli göstergedir.
Şu mesajı atlamayalım:
İsrail'in Gazze'ye yardım götüren sivil Mavi Marmara yolcularına saldırması ve katliam yapmasını, izahı mümkün olmayan olay olarak değerlendiren Berlusconi,   Başbakan Erdoğan'a şu mesajı göndermişti, olay sıcak iken: ''Tayyip kardeşime söyleyin ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.''
Sonra ne oldu?
Kardeşlik kıyağı olarak gereğini (!) elbette yaptı. Cibilliyetine uyanı yaptı.
Bu nedir derseniz, ne olacak Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, İsrail'in Gazze'ye yardım gemilerine yönelik saldırısını soruşturmak üzere 2 Haziran 2010 tarihinde bağımsız ve uluslar arası bir heyet gönderme kararı aldı. Ama dost Berlusconi kardeşliğini ve dostluğunu(!) gösterdi.
Red oyu verdi.
Elbet başka dostlukları da var..
Nato Genel Sekreterliğine seçtirdiği İslam düşmanı gibi…
Ama yazı uzuyor.
Hangi cümleyi kurayım?
Ne diyeyim?
En iyisi ata sözü:
“Dostunu söyle, kim olduğunu söyleyeyim!..”
Başka söze gerek kaldı mı?
Başka bir yazımda da “düşman” bellediklerini ve sonrasını yazmak isterim. Denklemin doğruluğunu tersinden ispat etmek için…

Ekrem Şama

http://ekremsama.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1417:basbakanin-kardes-ve-dostlari&catid=59&Itemid=436

Zekâmı ölçmeye makine dayanmaz. Erbakan Röportajı..


EZGİ BAŞARAN
02/01/2011

Milli Görüş'ün kurucusu, Saadet Partisi'nin 83 yaşındaki lideri Necmettin Erbakan, Radikal'e konuştu: Milli Görüş bölünmüyor, büyüyor, yüzde 6 olduk.
Necmettin Erbakan, Saadet Partisi Genel Başkanı olarak bir kez daha seçimlere hazırlanıyor. Koltuğu niye oğluna bırakmadığını, Kürt sorunu, Balyoz davası ve ‘eski talebeleri’ hakkında neler söylediğini okuyunca hem şaşıracak hem de gülümseyeceksiniz.


Seçim startını Eyüp Sultan’da verdiğinize göre Saadet Partisi’nin temel konularda nasıl politikalar izleyeceğinden başlayalım. BDP’nin demokratik özerklik ve iki dil talepleri hakkındaki görüşleriniz?
-Ben size bir soru sorayım önce… Radikal gazetesi muhalefet yapabiliyor mu?

Gerektiğinde elbette…
-Öyle diyorsanız öyledir. Sorunuza gelince… Dış güçler yıllarca uğraştı, Kürt vatandaşlarımızı böyle talepler ortaya koymak zorunda bıraktılar. Bizim Recai Bey 1960’larda Diyarbakır’ın köylerine su getirmeye gitmişti. Keşif yaparken bir bakıyor ki dağın başında Amerikalılar. Ne arıyorlar orada? Turistlermiş! Hepsi uydurma. Gittiler, oradaki köylülerin aklına girdiler, sizin niye ayrı devletiniz olmasın diye kışkırttılar. Bin yıldır birbirine kaynaşmış olan Kürt ve Türk halklarının arasını açtılar. Demokratik özerklik diye bir şeyi kabul edemem. Müslümanlıkta birlik vardır, nereye gidiyorsun sen?! Biz değil Türkiye’yi bölmeyi, İslam birliğini kurmaktan söz ediyoruz.

Bütün mesele bu yani, dış güçler?
 -Hayır yavaş yavaş anlatıyorum. Güneydoğu meselesinin altında iki sebep yatar: Bölgenin geri bırakılmışlığı ve yanlış davranışlar. Türkiye devleti değil, devletin bazı yanlış yetişmiş fertleri Güneydoğu’da halka zulmetmiş, zulmetmekten zevk almışlardır.

Size göre kim?
-İsim zikretmeyeyim. Demirel hükümet oldu ve 24 Ocak kararlarını aldı. Bu kararları tenkit için televizyonda partiler
arası toplantılar yapılıyordu. Ben, Demirel’e “Güneydoğu meselesiyle ilgili halkı rahatsız ediyorsunuz” dedim. “Ne yapıyormuşuz” diye sorunca, “Mesela” dedim, “Dün Lice’de halkı üzerinizi arayacağız diye karların üstüne yatırmışsınız! Mardin’in filanca köyünü haksız yere boşalttınız!” Valiyi aradı, “Çığ tehlikesi yüzünden boşaltmışlar” dedi.

Konu böyle kapanmadı tabii?
-Bu programlar haftalıktı, ben bir sonraki hafta Lice’de halkın karların üstüne yatırıldığı fotoğrafı ve boşaltılan köyün fotoğrafını getirdim, Demirel’in önüne koydum. “Bu köyü çığ yüzünden boşaltmadılar, sırf bir nevi hırs ve intikam nedeniyle bu hale getirildi, çocuk mu aldatıyorsun” dedim. Türk ırkçısı insanlar Kürtlere karşı kin besliyordu, sonuç bu zulümler oldu. Bizim insanlarımızın bir bölümü bu ülkenin kaynaşmış tek bir kütle olduğu hususunda terbiye edilmemiş. Süleyman Bey için söylemiyorum, sakın yanlış anlaşılmasın. Ama o yerel yönetimlerin sözlerini tahkik etmeden doğru kabul etmesi hataydı.

Bugün nasıl çözeceğiz?
-Geçmişteki bu davranış hatalarını tedavi etmek devletin görevidir. Fakat Tayyip Bey, Kürt meselesini çözeceğim diye ortaya çıkmasına rağmen yapamıyor. Şimdi bakın burada 1977 tarihli Milli Görüş’ün ağır sanayi haritasını görüyorsunuz. Güneydoğu’ya birçok sanayi tesisi yapmışız. Helikopterle bölgenin üstünden geçerken gözlerimle gördüm ki bu şuursuzlar (AKP’den söz ediyor) bizim yaptığımız sanayi merkezlerini bir bir yok etmiş, özel sermayeye vermiş, binalar diktirmiş, insanlar yine işsiz. Çünkü o meseleye vakıf değil.

Başbakan sizin rahle-i tedrisinizden geçmedi mi?
-Biz dersimizi anlatırken bazıları arka kapıdan kaçıp bahçede futbol oynamış.

Dini değiştiriyorlar
Milli Görüş ikiye bölündü, bir kolu AKP’yi diğer kolu ise sosyalist talepleri karşılayacağını söyleyen HAS Parti’yi oluşturdu dersem…

-Çok yanılırsınız. Milli Görüş bölünmüyor, aksine büyüyor. Oy oranımız yüzde 2.5’ti, şimdi yüzde 6’ya çıktı.

Sizin yarattığınız siyasi damarın aynı şekilde ve rayda aktığını mı iddia ediyorsunuz?
-Herkesin yan rayları var. Ama bu raylar Milli Görüş’ün içinde önemsenmez. Püf desek hepsi Saadet Partisi’ne döner.

Püf derken?
-Yani o gittikleri, kurdukları partilerle bağları o kadar zayıftır. Hepsi gelip beni ziyaret ediyor, hocam sizin yolunuzdan sapmadık, lakin Siyonizm rüzgârına karşı bu partilerde daha çok oy alacağımızı düşünüyoruz yoksa hâlâ Milli Görüşçüyüz diyorlar.

AKP’liler Milli Görüş gömleğini çıkarttığını söylüyor ama…
-Dışarıda öyle söylerler de benim yanımda gerçekleri anlatırlar. Milli Görüş’ün 2011’deki tarifi de 1011’deki tarifi de aynıdır, değişmez. Milli Görüş, Sultan Fatih’in, Kanuni’nin inancıdır. Onlar ne sağcıydı, ne solcuydu, ne liberaldi.

HAS Parti’nin “Müslüman sol” söylemini nasıl görüyorsunuz?
-Halk Partisi’nin biz Müslümanız dediğini hiç duymadım, “Müslüman sol” da demiş olamaz.

Hayır CHP’den değil, Numan Kurtulmuş’un kurduğu HAS Parti’den söz ediyorum.
-Bırakın şunu Allah aşkına ya…

Niye bırakalım? -Vaktinize yazık olur da ondan. İsraf haramdır. Boşuna uğraşmayın. O ne derse desin hiçbir kıymeti yok. Siyonizm’in etkisiyle Milli Görüş’ten sapmışlar, hastalanmışlardır bazı üyelerimiz. Şimdi siz bunları da dinleyin: 80 senede gelen hükümetler 80 milyar dolar borç yapmıştı, bu geldi sekiz senede 580 milyar dolar borç yaptı. Görülmemiş bir olay. Ayrıca AKP dini de değiştirmeye çalışıyor.

Nasıl?
-Dinler Bahçesi diye bir yer açmadı mı? O bahçenin içinde kilise var, o bölgede Hıristiyan vatandaş yok. O bahçeyi gidin Paris’e kurun dedik, hayır illa İstanbul’a. Bahçedeki caminin üstünde La ilahe illallah yazıyor, Muhammed-ül Resullallah yazmıyor. Bu ne demek biliyor musun? Bütün İslam dinini ortadan kaldırmak demek. Şimdi biz AKP’nin dini değiştirme çalışmalarını kitap yapıyoruz.

28 Şubat’ı yaşamış biri olarak Balyoz davasında 196 askerin yargılandığını gördüğünüzde ne hissediyorsunuz?
-O subayları hapse koymaktan daha güzel olan onları eğitmek olurdu. Asker ayrı cunta ayrıdır. Milli Görüş bakımından en sağlam kalan müessesemiz ordumuzdur. Vatan için canını verir, gözyaşı akar. Nereden biliyorum ben bunu? 1960’ta Milli Savunma Bakanlığı’nın altındaki salonda askerlere harp sanayi konusunda konferans verdim. Anlattıklarımla ilgili filmleri gösterirken elektrikleri söndürüyordum. Sonunda bir açtım ki generallerin çoğu ağlıyor. Neden? Vatan sevgisinden.

Demirel’e namaz
Siz Balyoz davasının içeriğini yakından takip edebildiniz mi? -Detaylarına vakıf değilim, gazetelerin anlattığı kadarıyla sivil idareyi değiştirmek isteyenler olmuş. Ama bu, ordunun tamamına mal edilemez. 28 Şubat’ı da ABD Dışişleri Bakanlığı’nın emriyle cunta yapmıştır. Aslında 28 Şubat’ta cunta mağlup oldu.

Siz değil, cunta mağlup oldu öyle mi?
-Bu soruyu sorduğunuz için sizi mazur görüyorum. Ben mağlup olmadım. ABD, cuntanın eline 18 maddelik bir şartlar listesi tutuşturmuştu. 5 saat bu maddelerin tatbik edilmesiyle ilgili konuştular.

Evet sonra siz de yaverden anayasayı istemiştiniz…
-Tabii. Dedim ki bak sizin bu listeniz anayasayı yıkmaktır. 4 saat de ben konuştum, hiçbirisi cevap veremedi. Onlar benim korkup istifa edeceğimi sanıyordu, halbuki ben hiç aldırış bile etmedim. Dört ay daha vazifeme devam ettim. Neyse teferruata girmeyeyim, sonuçta bildiğiniz gibi Demirel hükümet görevini Mesut Yılmaz’a verdi. Böylece Türkiye 14 sene kaybetti.

Demirel’e kızgın mısınız?
-Hayır. O ‘7 İnşaat’ mezunudur. Yani 6 sene olan Teknik Üniversite’yi Fransız bir hocanın verdiği İnşaat Makineleri dersini boykot etmek suretiyle bir sene uzatmıştı. Ben ise okulu bitirip ertesi gün işe başlamıştım. Bu ‘7 İnşaat’çılar bir seneyi boş geçirdiklerinden yurdun yemekhanesinin önünde zamanın yeni danslarını talim ediyorlardı. Çünkü işleri güçleri yok, buldukları meşgale de bu! Demirel de o grup içinde ama bir Anadolu çocuğu olarak tam iştirak edemiyor, uzaktan izliyor. Biz de bari bu ‘7 İnşaatçı’ların müsait olanlarına Müslümanlık öğretelim, namaz nasıl kılınır gösterelim dedik. Demirel de onlardan biriydi. Yani Demirel benim bu kadar yakın münasebetim olan bir dostumdur.


Muhsin Batur’a üç seans ders verdim

Siz hiç kimseye öfke duymuyor musunuz?
-Öfke yerine şefkat duymayı tercih ediyorum. O yüzden de mesela 28 Şubat’ı yapanların da mahkemeye çıkmasını değil, eğitilmelerini isterim. Örneğin Muhsin Batur üç seans benden ders almış, benim dünyamı değiştirdiniz demişti.

28 Şubat’la ilgili hiç özeleştiri yaptınız mı? -Filmi geriye sarın, her noktada aldığımız kararı yine alırız. . Bir senede çığır açan hizmetler yaptık.

Önümüzdeki seçimlerde en büyük rakibiniz kim?
-AKP’yi görüyorum. CHP mazisi dolayısıyla mühürlenmiştir, yüzde 25’i geçemez. Siz bu halk ne kadar zekidir biliyor musunuz? Kemal Kılıçdaroğlu isterse gecekondularda gezsin, isterse Hacıbayram’dan çıkmasın, isterse çarşaf giysin… Bu halk yutmaz. Bakın Baykal ne demişti: “Siz benim işimi kolay mı zannediyorsunuz. Anadolu’da 80 yaşında bir kadın abdest almış, sonra abdest suyunu döken çocuğun Halk Partisi’ne oy verdiğini duyunca, Oyyy abdestim bozuldu demiş. Ben böyle bir partiyi iktidara getirmek için uğraşıyorum.” Bunlar iktidara gelemezler.

Baykal’ın CHP’nin genel başkanlığından istifa etmesine yol açan hadiseyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Bir tertiptir kanaatindeyim, günümüzde bu tür fotomontajlar modadır.

Siz AKP’ye şuursuz, vizyonsuz diyorsunuz. Peki Başbakan sizi kandillerde, bayramlarda aradığında hiç sitem etmiyor mu?
-Etmiyorlar çünkü şahsen onları sevdiğimi, ayrıca haklı olduğumu biliyorlar. Dikkat ederseniz, çıkıp biz Siyonizm’e alet olmuyoruz diye cevap da vermiyorlar çünkü o zaman aleyhlerine olur. Bunu yapmayacak kadar akılları var.

Alınmayın n’olur ama yaş itibariyle sizin yeniden genel başkan olmayı tercih etmeyeceğinizi düşünmüştüm…
-Şimdi bir hikâye anlatayım…

Eyüp Sultan’ın 96 yaşında cepheye gitmesi hikâyesi değil mi?
-Hayır, başka! II. Murat, Avrupalılar kapıya dayandığında oğlu Sultan Fatih’e dedi ki “Oğlum çekil kenara bu senin başaracağın iş değil, ver anahtarları.” Çünkü koskocaman Osmanlı’nın korunması gerekiyordu. Türkiye’nin ayağının altından toprak kayarken ben de vazifemi yapıyorum.

Bazı sözlerinizden oğlunuz Fatih Erbakan’a şans tanıyacağınız sanılmıştı… -Şimdi biz talebelerimize şans tanıdık, baktık 8 yıldır yapamadılar. O zaman tekrar idareyi ele almak mecburiyetindeyim. Sizin dediğiniz gibi olsa… İdareyi bir çocuktan alıp diğer çocuğa verecek değilim.

Hocam müthiş zeki olduğunuzu bu röportajda bir kez daha görmüş oldum… -Bunu ilk kez sizden duymuyorum. Ortaokuldayken matematik hocam Cemal Dönmezer iki kenarı ve arasındaki açı eşit olan iki üçgenin neden eşit olduğunu ispat etmemi istemişti. İspat ettim ve hoca bana “Yahu sen nasıl böyle konuşuyorsun, bacak kadar boyunla bunları nasıl biliyorsun” demişti. Bak sorduğu suali bile hatırımda tutuyorum.

Hiç IQ’nuzu ölçtürdünüz mü?
-Hayır çünkü benim zekâmı ölçmeye makine dayanmaz.

sömürge tipi kalkınma nedir?


asfalt döker, beton eker, gökdelen dikersiniz. yol, köprü, hastane, okul yapar, üniversite açarsınız. ardarda yüzme havuzları, stadyumlar, kapalı spor salonları inşa edersiniz. bütün bunlar borçlanarak olur.

bu sırada tarım ve hayvancılık dibe vurur. ülke gıda sektöründe dahi dışarıya bağımlı hale gelir. zaten sanayiniz montaj sanayidir, teknolojiniz transfer teknolojidir. ülkede en çok kazanan yasal tefeciler olan bankalardır. zenginlerle yoksullar arasındaki fark giderek artar.

binalar büyür, bankalar büyür, borçlar büyür..

toplu konutlarda balık gibi istiflenen insanlar ekranlara bakıp mutlu olurlar.

o halde sömürge tipi kalkınma nedir?

Mb

ARTVİN'in Önemi!


Baraj sınırları ile 'özgür kürdistan' sınırları bire bir örtüşüyor.
***
ABD büyükelçisi Sivil araçla Artvin merkez, Şavsat Meydanlı, Yusufeli arasında dolanıyor. Hidro elektrik santrallerini denetliyor. Halkın nabzını ölcüyor. Artvin Batının Suriye'den sonraki hedefi Kafkasya'nın kapısı.. Artvin Çoruh'un vatanı. Artvin  küresel çetenin çizdiği 'kürdistan' haritasının Karadenize ulaşan noktası. Artvin'de oluşan baraj haritası 'özgür kürdistan' haritası sınırlarıyla birebir örtüşüyor. Naci Özen'e kulak veriniz.

https://www.facebook.com/BanuAVAR/posts/1174243875918957

Bireysel Emeklilik Sistemi Çalışanlardan Sermaye Kesimine Kaynak Transferidir

Dr. Murat Özveri
Evrensel Gazetesi, 10.08.2016

Hükümet 01.08.2016 tarihinde Meclise “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısını” sundu.

Tasarı diyor ki;

1. Bizim ülkemizde diğer ülkelere göre insanlar harcamalarını kısıp para yeterince biriktirmiyor. Yeterince tasarruf yapmıyorlar.

2. Ben hükümet olarak yeterince tasarruf yapmayan vatandaşlarımı tasarruf yapmaya zorlayacağım.

3. Tasarruf yapmaya zorlamanın yolu olarak da bireysel emeklilik sistemini (BES) kullanacağım.

4. BES’e katılım otomatik hale gelecek. Bağımlı çalışan herkes (işçi memur, sözleşmeli personel) bağımlı çalışmaya başladığı andan itibaren bireysel emeklilik sözleşmesine de dahil edilmiş sayılacak.

5. 45 yaş altı çalışan herkes otomatik olarak bireysel emeklilik sözleşmesine dahil edilecek. Çalışanların prime esas kazancının yüzde 3’ü BES için kesilecek. Çalışan dilerse BES dahil edildiğinin kendisine bildirildiği tarihten itibaren iki ay içerisinde cayma hakkını kullanacak. Cayma hakkını kullandığında kesilen tutarlar on gün içerisinde kendisine ödenecek.

6. Tasarının gerekçesine göre BES sayesinde hem “yurt içi tasarruf oranı” artacak hem de çalışanlar emeklilik döneminde çalışırken sahip oldukları refah düzeyini korumuş olacak.

I. ÖZAL DÖNEMİNDE DE ÇALIŞANLARIN GELİRLERİNE KONUT VAADİ İLE EL KONULMUŞTU
İlginçtir çalışanların istemeseler de gelirlerinin bir kısmına yasa yoluyla konut ucuz konut vadi ile, birikmiş para vereceğiz vaadi ile el konulması örneğini 12 Eylül darbesi sonrasının Özal hükümetiyle yaşamıştık. Anımsayalım:

11 Aralık 1986 tarihli ve 3320 sayılı “Memurlar ve İşçiler ile Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkında Kanun” yayımlandı. Kanun Özal tarafından, çalışanları ev sahibi yapacağız vaadiyle sunuldu. Çalışanların parasına el konulmasına karşın el koymanın adı Konut Edindirme yardımı (KEY) olarak belirlendi. Hem çalışanların parasına el konulmasının adı yardım olarak sunuldu.

Kısaca Konut Edindirme Yardımı (KEY) olarak adlandırılan kesintiler 1995 yılına kadar 9 yıl sürdü. 9 yıl sonra fonda biriken paralar eritildi. Çalışanlar açısından beklendiği gibi sonuç tam bir hiç olmuştur.

Çalışanların gelirlerine zorla el koymanın bir diğer örneğini üzerinden sermayeye kaynak aktarmanın bir diğer örneğini 9.3.1988 tarihli ve 3417 sayılı “Çalışanların Tasarrufa Teşvik Edilmesi ve Bu Tasarrufların Değerlendirilmesine” ilişkin kanunla yaşadık. Bu kanunla da çalışanların aylık ücretlerinden yüzde 2 kesinti yapılmış bu kesintiler yüzde 3 oranında da devletin katkı yapacağı belirtilmiştir. Çalışanlardan yapılan bu kesintiler özellikle belediyeler başta olmak üzere işverenler tarafından yatırılmamış, geri ödeme aşamasında binlerce davalar açılmış, kesintiler kuşa çevrilerek kısmen denetimsiz hesapsız bir şekilde geri ödenmiştir.

II. TASARRUF YAPMA GÜCÜMÜZ YOK ÇÜNKÜ GEÇİNEBİLECEK GELİRİMİZ YOK. BORÇLA AYAKTA KALMAYA ÇALIŞIYORUZ
Şimdi de hükümet “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” ile vatandaşa diyor ki; “Ne olacak biraz daha dişini sık aylık ücretinin yüzde 3’ünü BES için ayır, bireysel emeklilik şirketleri aracılığı ile senin üzerinden tasarruf yapıp piyasanın gereksinim duyduğu sıcak parayı elde edeyim. Karşılığında ise sen emekli olduğunda refah düzeyin çalıştığın dönemden aşağı olmasın.”

Tasarı iki temel gerekçeye dayanıyor: tasarruf düzeyinin düşüklüğünü ortadan kaldırmak ve emeklilik döneminde çalışırken sürdürülen refah düzeyinin gerisine düşülmesini engellemek.

Önce neden tasarruf düzeyimiz düşük, gelirimiz ne nerelere harcıyoruz bir bakalım:

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK ) Ağustos haber bülteninde yayımlanan verilere göre;

1. Kazandığımız her 100 liranın 26 lirasını kira ve konut giderleri için harcıyoruz.

2. Kazandığımız her 100 liranın 20,2 lirasını gıda ve alkolsüz içecekler için harcıyoruz.

3. Kazandığımız her 100 liranın 2 lirasını sağlığa, 2,2 lirasını eğitime ayırıyoruz.

4. Alkollü içecek sigara ve tütüne 4,2, giyim ve ayakkabıya 5,2, ev eşyasına 6,1, ulaştırmaya 17, haberleşmeye 3,7, kültür ve eğlenceye 2,9, otel lokanta ve pastane için 6,4, çeşitli mal ve hizmetler için 4,3 lira harcama yapıyoruz.

2016 yılı Mayıs ayı itibarı ile Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Risk Merkezi verilerine göre;

Banka ve banka dışı kredi kuruluşlarına bireysel krediler yoluyla 424 Milyar TL borçlanmışız.

Bu borcun yüzde 38’ini ihtiyaç kredisi olarak (161 Milyar TL), yüzde 37’sini konut kredisi olarak (157 Milyar TL), yüzde 19’nu kredi kartlarıyla (80 Milyar TL), yüzde 7’sini taşıt kredileri aracılığı (29,7 Milyar TL) ile borçlanmışız.

TÜİK Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Sonuçlarını 2015 yılı sonu için açıkladı. Buna göre çalışma çağında kabul edilen 15-64 yaş grubundaki kişi sayısı 53 milyon 359 bin 594 kişi.

Bu 53 milyon kişinin 26,3 milyon kişisi bireysel kredi borçlusu, 2,3 milyon kişinin konut kredi borcu var, 22,1 milyon kişi kredi kartı kullanıyor, 18,4 milyon kişi ihtiyaç ve diğer kredi borçlusu, 0,8 milyon kişi taşıt kredisi borçlusu.

(TBB) Risk Merkezi Mayıs ayı verilerine göre 2 milyon 815 bin 743 kişi bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borçlarını ödeyemiyor. 2 milyon 815 bin 743 kişi hakkında yasal takip başlatılmış. Yani 2 milyon 815 bin 743 kişi bireysel kredi ve bireysel kredi kartı borcunu ödeyemediği için icralık.

Çalışma çağındaki nüfusunun yarısı borçla geçinen bir ülkede tasarruf düzeyinin düşük olmasından yakınmak en hafif değimle acımasızlıktır. Çalışma çağındaki nüfusunun yarısı borçla geçinen bir ülkede insanların gelecek kaygısını istismar ederek, emekli olduklarında yaşam refah düzeylerinin düşmesiyle tehdit ederek ücretlerinin yüzde 3’üne el konulması ise zorbalıktır.

“Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” çalışanların aylık kazançlarının yüzde 3’üne el koymasını emeklilik dönemlerinde refah düzeylerinin düşmeyeceği vaadine dayandırmıştır.

Peki ama neden bizim sosyal güvenlik sistemimiz emeklisine neden insana yakışır bir aylık verememektedir? Bu soruların yanıtlarını sistemi özetleyerek tartışmaya çalışalım:

III. EMEKLİLİK NEDİR?


Emeklilik olarak adlandırdığımız statü sosyal güvenlik hukukunda yaşlılık sigortası başlığı altında düzenlenmiştir. Aslında “emekli oldum” derken biz sosyal güvenlik hukukuna göre yaşlılık aylığı almaya hak kazandığımızı dile getirmiş oluruz.

Yaşlanmak kaçınılmazdır. İnsanlar doğar büyür yaşlanır ve ölür. Yaşlılık fizikken çalışma yetenek ve becerilerini kullanamaz hale getirdiği, kaçınılmaz bir süreç olduğu, çalışamayan insanın gelir elde etmesinin de olanaklı olmaması nedeniyle sosyal bir risk olarak kabul edilmiştir.

Anayasaya göre temel vazgeçilmez devredilmez sosyal bir hak olan sosyal güvenlik hakkı kapsamında, hiç kimse yaşlılık sigortasından vazgeçtim diyemez. Hiç kimseyle yaşlılık sigortasının kapsamında kalacak şekilde anlaşma yapılamaz. Yapılan anlaşmalarda geçersizdir. Kısaca sigortalılık zorunludur. Sigortalılığı doğuran olay gerçekleştiği anda herkes istese de istemese de sigortalı kapsamına girer.

Kaçınılmaz olan yaşlılık gerçekleştiğinde, yaşlının hiç kimseye muhtaç olmadan temel gereksinimlerini karşılayarak yaşamını sürdürmesi için bir gelire sahip olması zorunludur.

Yaşlının gelir sahibi olması, toplumda onun bir yük olarak görülmesinin önüne geçecek, yaşlılar kişiliklerinden, değerlerinden ödün vermek zorunda kalmadan, kendilerini bir köşeye atılmış çaresiz ve zavallı bir başkasının bakımına muhtaç kişiler olarak görmeden yaşamalarını sağlamak, sosyal güvenliğin bir kolu olan yaşlılık sigortasının amacını oluşturur.

IV. ÖDENEN EMEKLİ AYLIĞI GERÇEKTE KİMİN PARASIDIR?
Sosyal güvenlik hukukunda emekli maaşının/aylığının adı, yaşlılık aylığıdır. Türk sosyal güvenlik sistemi primli sistemdir. Primli sistemde verilen her hizmetin karşılığında önceden prim yatırılmış olması zorunludur. Primli sosyal güvenlik sistemlerinde karşılığında prim alınmamış bir hizmet kural olarak verilmez.

Yaşlılık ayılığı için de çalışırken yaşlılık sigortası primi kesilir. Prim aylık kazanca göre belirlenir. Prime esas aylık kazancın yüzde 20’si (yüzde 9 sigortalı yüzde 11 işveren payı) “Malullük, Yaşlılık ve Ölüm Sigortaları Primi” her ay Sosyal Güvenlik Kurumuna işveren tarafından yatırılmak zorundadır.

Yaşlılık aylığını hak kazanmak için gerekli prim gün sayısını ve yaş koşulunu gerçekleştirenler yaşlılık/emekli aylığı almaya hak kazandıklarında aldıkları aylık yatırmış oldukları primlerin karşılığı kendilerine ödenen tutardır.

Zorunlu sigortalık dönemi, yaşlılık aylığı almaya başlamakla sona erer. Emekliler 5510 sayılı yasa açısından sigortalı değildir. Sigortalı kısa ve/veya uzun erimli sigorta kollarından adına prim yatırılan veya kendi adına prim yatıran kişidir. Yaşlılık aylığı alanlar artık adlarına prim yatırılmadığı için sigortalı değillerdir. Ancak sigortalı olmasalar da sigortalıyken yatırdıkları primler nedeniyle sosyal güvenlik haklarından yararlanmaya devam ederler. Bu nedenle uygulamada çalışırken geçen sigortalık dönemi, “aktif sigortalılık”, yaşlılık aylığı alırken geçen sigortalık dönemi ise “pasif sigortalılık” olarak adlandırılır.

Her aktif sigortalı yatırdığı primlerle pasif sigortalıyı finanse etmektedir. Her pasif sigortalıda geçmişte aynı şeyi yapmıştır. Aktif sigortalı pasif sigortalı dengesinin bozulmaması için, yaşlılık aylığı primlerinde kaçak olmaması zorunludur.

Bir önceki kuşak prim ödeyip görevini tamamladıktan sonra, sonraki kuşak prim yatırmaz, eksik yatırı ise, önceki kuşağa ödenecek yaşlılık aylığı ister istemez düşecektir.

V. EMEKLİLERİN AYLIKLARI NEDEN ARTMIYOR SGK NEDEN DARDA?
1. Yaşlılık (Emeklilik Aylığı) Primlerle Finanse Edilmektedir. 2011 Yılı İtibarı İle 10 Milyon 400 Bin Kişi Kayıt Dışında Çalışmaktadır.

2011 yılında, açıklamayı yaptığı tarihte SGK başkan yardımcılığı yapan, yani SGK içinden her türlü veriye sahip bir yetkilinin vermiş olduğu rakamlara göre kayıt dışında hiç prim almadan çalışan sayısı 10 Milyon 400 bin kişidir. Sadece bu kişilerin kayıt altına alınmasıyla SGK’nin kasasına girecek para yaklaşık 24 milyardır. Bu tutarın tahsil edilmesi SGK açıklarının ortadan kalkması anlamına gelmektedir.*

2. SGK Kayıtlarında Asgari Ücretli Olarak Gösterilen 5 Milyon Kişinin 2,5 Milyonu Asgari Ücret Almakta 2,5 Milyon Kişinin Ücreti Düşük Gösterilmektedir.

SGK verileri ile TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketleri (HİA) verilerini karşılaştırarak yapılan bir araştırma kayıtlı gözüken sektörde SGK’ye gerçek ücretler üzerinden bildirim yapılmayarak prim kaçağına neden olan sigortalı sayısının 2016 yılında 2,5 milyon kişiye ulaştığını göstermiştir. Araştırmaya göre;**

a. “Sigortalı olarak asgari ücretli çalışan (tam zamanlı) sayısı 5 milyon değil, 2,5 milyondur. Diğer deyişle, 2,5 milyon çalışan asgari ücretten yüksek ücret aldığı halde, işveren tarafından asgari ücret üzerinden sigortalı gösterilmektedir.”

b. Aynı araştırmaya göre “yaklaşık 1 milyon kişi (918 bin)” gerçekte kuruma asgari ücretten bildirim yapılmış olmasına karşın asgari ücretin altında kazanç sağlamaktadır. Araştırma bu çarpık durumu “yasa gereği tam zamanlı çalışanın ücretini asgari ücret düzeyinden gösteren işverenin, çalışanının banka hesabına yatırdığı ücretin bir kısmını elden geri almasıyla” açıklamaktadır.

c. Araştırma sonunda 5,1 milyon kişinin asgari ücret ve asgari ücretin altında çalıştığı ortaya çıkmıştır.

Tüm bu verilerin bize sunduğu özet tabloya baktığımızda BES sisteminin dayandığı gerekçelerle yaşamın örtüşmediği görülmektedir.

“Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” amacı emeklilerin refah düzeylerini korumak değil daha önce KEY ve zrunlu tasarruf uygulamalarında yaşadığımız gibi çalışanlar üzerinden bu kez bireysel emeklilik şirketleri üzerinden piyasaya para aktarmak, çalışanın cebinden alıp sermayenin cebine para koymaktır.

Doğrudur, Türkiye’de tasarruf eğilimi düşüktür. Çünkü Türkiye’de çalışanların tasarruf yapacak gücü yoktur. Milyonlarca çalışan borç batağında zorunlu gereksinimlerini karşılamanın derdindedir. Borçlu olduğu için ürkek, borçlu olduğu için korkmaktadır. Gelirden yoksun kalıp borcunu ödeyememe korkusu davranışlarını yönlendirmektedir. Gelirsiz kalır, işten atılırsam korkusuyla örgütlenmekten kaçınmakta, örgütlü olan grevde gelirim kesilirse korkusuyla grevden kaçınmaktadır.

Gerçekten emekçileri düşünen bir iktidarın yapması gereken borç batağındaki çalışanlara yük getirmek değildir. Kayıtdışını ortadan kaldırmak için örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaktır. Çalışanların gasbedilen haklarını arayacakları hak arama yollarını güçlendirmektir. Çalışanlardan kesinti yerine, vergi dilimleri yükseltilmeli, vergi oranları düşürülmeli, servetten alınan vergiler arttırılarak dolaylı vergiler aşağı çekilmeli, kısaca çalışanlara sermayeden kaynak aktarımına dönük politikalar devreye sokulmalıdır.

6 Eylül 2016 Salı

Cerablus Operasyonu ışığında Suriye meselesi ekseni...

02.09.2016 Cuma

Cerablus, Mare, Rakka, PYD/YPG, ÖSO (Özgür Suriye Ordusu), SDG (Suriye Demokratik Güçleri), Afrin, muhalifler...
Bu sözler bilhassa Türkiye’nin başlattığı sınır ötesi operasyonla birlikte hemen her gün gazete ve televizyonlarda karşılaştığımız isimler olmaya başladı.

“Türkiye, İran ve Rusya ile bir ittifak mı kuruyor?” “ABD ile uzlaştı mı?” “Biden, YPG’ye ne dedi?” ve bunlara benzer sorular üzerinden konuşulan birçok algı, basit görülebilecek bir hadiseyi çok karmaşık bir noktaya artık getirmiş durumda. O zaman, tek tek ve mümkün olduğunca basite indirgeyerek Türkiye’nin Suriye operasyonunu; evvelini, şu anını ve bundan sonrasını elimizden geldiğince açıklamaya gayret edelim.

2010 yılında Arap Baharı başladığında hemen hemen bütün ülkelere sıçrayış sebeplerinin ve ilerleyişlerinin, bitişleri hariç, belli bir gidişat izlediğini söylemek mümkün. Oysa 2011 yılının Ocak ayında Arap Baharı Suriye’ye sıçradığında; ne ilerleyişi, ne gelişimi, ne de akabinde geldiği nokta diğer ülkelerin hiçbiri ile aynı olmadı. Bunun temel sebebi işin içine çok kısa zamanda etnik, mezhepsel ve dini faktörlerin girmesi; diğer süreçlerde ekseriyetlerle ittifak halinde kalan bölge dışı aktörlerin, Suriye meselesinde tavır almaya başlamaları oldu. Amerika, Rusya, Avrupa ve Türkiye’nin çıkarlarının birçok noktada çatışması ve birbirlerini kilitlemesi ile başta Suriyeli muhalifler diye anılan sürece bir de IŞİD’in eklenmesi Suriye meselesini içinden çıkılmaz bir hale getirdi.

Esad’a karşı bir çok muhalif güç denemeleri sonunda, IŞİD’in dünya kamuoyunun gözünde Esad’dan daha büyük bir sorun olduğunun idrak edilmesiyle beraber; oklar Esad’dan IŞİD’e çevrildi. Bu da Esad karşısındaki muhalefetin, dünyanın da baskısıyla öncelikli hedefinin Esad olmaktan çıkıp IŞİD’e yönelmesine sebep oldu. Suriye içindeki aktörler; Esad güçleri, YPG/PYD, Türkmenlerin de içinde bulunduğu muhalifler ve IŞİD olmak üzere dört temel güç arasında dağılmaya başladı. Doğal olarak bu gidişata müteakip her ülke de net bir şekilde çıkarları doğrultusunda tavırlarını belirledi.

Türkiye’nin önceliği sınırının güneyinde PKK uzantısı olarak değerlendirdiğimiz bir YPG/PYD koridoru oluşmaması. Diğer öncelik olarak da Esad’sız bir Suriye ve tabii ki Türkmenlerin içinde bulunduğu muhaliflerin yöneteceği bir Suriye esas alındı. Bu yüzden Türkiye, Esad’a karşı, PYD’ye karşı, IŞİD’e karşı; ÖSO ile birlikte hareket etme yolunu seçti.

ABD’nin önceliği ise IŞİD oldu. IŞİD’le mücadele etmek için Esad güçlerinin kafi olmadığını ve Esad’ın da bu iş için doğru çözüm olmadığını düşündü ve Esad’sız bir Suriye arzu etti. Türk ordusu; koalisyon hareketi ile birlikte olmayan bir müdahaleyi kabul etmediği için önünde sonunda ABD, Türkiye’nin terörist olarak değerlendirdiği YPG’yi bölgede taşeron olarak kullanmak suretiyle IŞİD’e karşı savaşmaya başladı.

Rusya önceliğini IŞİD’e verdi ancak ABD’nin aksine IŞİD’le beraber, Rusya için hem PYD hem de ÖSO, Suriye’nin gelecekteki birer alternatifi olmayacaktı. Rusya’nın önceliği birleşik, Esad yönetiminde bir Suriye oldu. İran’ın tutumu da Rusya’dan çok farklı değildi. Sadece kendi ülkesinde de sıkıntı çıkarabileceğini düşündüğü PYD/YPG unsurlarına karşı rezervini en az IŞİD’e karşı olduğu kadar net biçimde ortaya koydu.

Suriye dışındaki aktörlerin bakış açıları bu şekilde olunca, ister istemez Suriye’deki gidişat kilitlendi. Suriye içindeki faktörlerin olaylara yaklaşımı da bir bu kadar karşıktı. Esad güçleri eskisi gibi kuvvetli bir şekilde Suriye’nin tek hakimi olmak için Rusya’dan İran’dan ve mümkünse diğer ülkelerden destek bekledi. Hedef; birleşik, Esad yönetiminde, tek bir Suriye idi.

Muhalifler diye adlandırdığımız grup, içinde onlarca farklı fraksiyonu bulunduran; bütünleşik bir Suriye’den yana, Sünni Arap ağırlıklı, Türkmenlerin de içinde bulunduğu ancak bir miktar radikal grupların da belli bölgelere hakim olduğu ve ekseriyetle tek bir vücut olarak tavır göstermekte eksik kalan bir yapı olarak ortaya çıktı. Ama buna rağmen haritada azımsanmayacak bir alanda da kontrol sağladı. Amaçları birleşik ama ne pahasına olursa olsun Esad’sız bir Suriye oldu.

Daha sonraları adına DAEŞ denmeye başlanan ama ilk adının IŞİD olmasından da net bir şekilde anlaşılacağı gibi; merkezi Irak ve Suriye hattında, iki ülkenin de topraklarında hakimiyet sahibi olarak, kendince bir halifelik düzeniyle var olmaya çalışan ve vahşi terör eylemlerine imza atan, kesinlikle Esad’sız, Şiilerden ayrı ve hatta yeteri kadar kimseyi kendileri gibi görmeyen, aşırı radikalleşmiş bir zihniyetle bölgeyi yönetme noktasında hayaller içine düşen bir örgüt vardı.

Türkiye’de terör eylemlerine yıllardır devam eden kanlı terör örgütü PKK’nın Suriye’deki siyasi uzantısı olan PYD ve askeri kanadı YPG; muhalifler ve Esad’dan farklı olarak bölünmüş bir Suriye, kendilerine ait ilk etapta otonom ve netice itibariyle ülkenin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti idealiyle yola çıktı. Görüldüğü gibi; Suriye içindeki dengeler de en az dışında olduğu kadar karmaşık ve çıkarların devamlı suretle birbiriyle çatıştığı bir durumda 2011’den bugünlere kadar geldi.

Defalarca yapılan Birleşmiş Milletler ve Cenevre görüşmeleri, ABD - Rusya zirveleri, Türkiye’deki yapılan muhalefet toplantıları ve daha niceleri... Ama netice itibariyle çıkarların birbirleriyle aşırı derecede çatışmasından kendine fırsat ve alan bulan bir IŞİD gerçeği ile dünya karşı karşıya. Tüm bu hadiselerle Suriye meselesi bugünlere kadar intikal etti. Asıl sorun Türkiye’nin yaptığı operasyonun hemen öncesi, esnası ve sonrasıyla; bölgede büyük bir değişimin ne şekilde olabileceği idi.

Bütün görüşmeler, konuşmalar, ve tutumların sonrasında ABD’nin geldiği net nokta; en önemli hedefin IŞİD olduğu. Esad’lı ya da Esad’sız, YPG’li ya da YPG’siz, muhalefetle veya muhalefetsiz her türlü alternatife açık olan ama olmazsa olmazı IŞİD’siz bir Suriye’yi kendine hedef belirleyen ABD, Türkiye’nin Suriye’ye yaptığı operasyona gayet sıcak baktı. Rusya’nın önceliği doğal olarak IŞİD’di. Rusya, Türkiye’nin IŞİD’i vurduğu müddetçe bölgeye müdahil olmasına taraftar olurken; Türkiye’nin YPG ile yaşayacağı sıkıntıları da çok önemseyemeyeceği yönündeki tavrını ortaya koydu. Yaptığı resmi açıklamaların dışında; Esad yöetimi bile büyük ölçüde Türkiye’nin IŞİD’e karşı bölgeye girmesinden memnun durumdaydı. Bu listeye Suriyeli muhalifler ve İran’ı da katmak gayet mümkündür.

Türkiye ise önceliğini net bir şekilde Esad’dan ziyade YPG/PYD’nin; Türkiye’nin güneyinde bir koridor kurmaması olarak belirledi ve koridorun tam ortasına denk gelen Cerablus’a bu operasyonu yaptı. Buraya kadar yaşanan hadise birçok çıkarın ortak noktada birleşmesinden dolayı oldu. Ancak asıl soru, bundan sonraki dönemin çıkarları nasıl etkileyeceğidir.

Türkiye’nin IŞİD’i vurmasında hemen herkesin mutabık olduğu bir gerçek. Ancak Türkiye YPG’ye dönük operasyonları da yapmaya başladığında; önce ABD’den bazı sesler yükselmeye başladı. ABD bir yanda NATO mütteffiki olan dostu Türkiye, diğer tarafta her zaman için bölgede bir taşeron olarak kullandığı PYD/YPG arasında kaldı. Türkiye Menbiç’e doğru yaklaşırken, bazı stratejistler Türkiye’nin muhakkak Menbiç’e girmesini ve burasının muhaliflere bırakılmasını savundu. Ancak Türkiye sınırından uzaklaşıp daha da güneye indikçe; o zaman yaşanabilecek olası hadiseler, çıkar birliklerinin çatışmaya dönebileceği noktalara gelebilir.

Bir kere ilk sorun, Menbiç’i kimin aldığı sorusunun cevabında. Menbiç’i alan SDG isimli bir örgüt. SDG ise yüzde yirmiye yakın bir kısmı Sünni Araplardan oluşan ama ekseriyeti YPG güçlerinden meydana gelmiş ve ismi yumşatılmış bir YPG hareketidir. Şunu da belirtmekte fayda var ki; ABD kongresinden bu yapıya resmi bir kaynak aktarımı da yapılmıştır.

İkinci nokta Türkiye’nin gücüyle kazanılan topraklara kimin yerleştirileceği konusu. Türkiye, Türkmenlerin ağırlıklı olduğu ÖSO’nun bu bölgeleri kontrol etmesini istiyor. Belki ilk girilen, Türkmenlerin yaşadığı ve Sünni Arapların bulunduğu yerler için bu anlaşılabilir. Ancak biraz daha ilerleyip, daha derinlere gidilir ve buralara da muhaliflerin yerleştirilmesi hususu daha belirgin bir hale gelirse; bu sefer ABD’nin YPG’den dolayı Türkiye ile yaşadığı gerginliğin üstüne; bir de Rusya ve Esad’ın muhaliflere bırakılacak topraklardan, diğer bir deyişle Esad’a karşı olan grupların, daha da güçlenerek alan kazanmasından dolayı ortaya çıkacak tedirginlik damga vuracaktır.

Türkiye gelinen aşamada Cerablus Operasyonu ile doğru bir hamle yapmış ve belli bir noktaya kadar bu operasyonun yürütülüşü itibariyle; Türkiye için tehdit olan PYD/YPG koridorunun engellenmesine büyük katkı sağlamıştır. Bu aşamasına kadar da, iç ve dış unsurlardan önemli destek görmüştür. Ancak operasyonun daha ilerlemesi birçok kişinin düşündüğünün aksine sadece Türkiye ve ABD’nin değil, daha da fazlasıyla Türkiye - Rusya ilişkilerinin gerilmesine ve netice olarak da şu anki müspet havanın menfi bir noktaya gitmesine sebep olur.

İddia edilenin aksine Türkiye’nin çok da fazla ileri gideceğini düşünmüyorum. Gidemez mi? Gider. Çünkü Türk ordusunun buna gücü fazlasıyla vardır. Ama o gidiş Türkiye’ye ne kadar çıkar sağlar, “Türkiye’nin bu yönde bir gidişle aldığı riski sağladığı çıkar karşılar mı?” asıl sual budur. Yapılan operasyon Türkiye açısından doğrudur ve gelinen nokta Türkiye açısından müspettir. Ancak daha fazla içeri girmenin, bölge içindeki dengelere daha da fazla dahil olmanın Türkiye’nin çıkarlarını tehlikeye atmaya başlayacağını düşünmekteyim.

Burak Küntay | Hurriyet